12 Aralık 2009 Cumartesi

Akıl, Aşk, Bütünlük Kaybı

1

Akıl bir yere gidiyorken vücut başka yere gidiyorsa düşünmüyorsun, ezberdesin.
Telâş, aklın vücuttan koparılması olduğunda, vücut terki ile kopan hakikatle olan bağımız.
Akıl, hayata tahakküme dönüştüğünde, hayatsızlık ve red olduğunda aklın red edilişi aslında akılsızlığın red edilişi.
Akıl, dünyasından koptuğunda, gerçekliğinin hakikatini reddettiğinde, kendisiyle düzeleceği, öğreneceği bir şey kalmıyor, dünyada dünyasızlık mümkünse.
Hep vücudun nefse alâkası konuşuldu. Aklın ezbere kaçışı, ezberde mantıklı olana, yani hakikatsiz bir zerafet, alâkalılık, ilintililik, birbirine açılırlık, birbirinden çıkarlık ve uyuma kapılması unutuldu.
Vücudumuz, nefsimiz, ihtiyaçlarımızla kuyuya çekilmiyoruz hep, bulutlara doğru yükselen başaşağı bir kuyudan da çekilip alınıyoruz.
Hayalin uçuculuklarından genişleticiliğine, estetiğin hakikatsizlikliklerinden zenginleştiriciliğine, hukukun kitabiliğinden uygulamalılığına geçiş yapıyoruz. Tahayyül edişin hayal edişine geri çekiliyoruz.
Vücutla aklın birbirini düzeltebilirliği bir galebe gelme işi değil alışveriş, interaksiyon, dinamik, diyalektik.
Tek başına uçup buharlaşabilecek olan herşey alışverişte, etkileşimde eylemenin ve praksisin eleştirel temelinde oluyorlar.

2

Aşk ve aklın alışveriş içindelikte ayrımı, aşkın intearktivitesi, primordiyalitesi ve toplumsallaştırıcılığından da olsa gerek. Başkalığın önünde eğilme; kibrin, gururun, yanılsamış yalnızlığımızın 'kendini bilme'ye doğru hareketi.
Aşk, hem maddî- manevî diyalektiğinin hakikate açılışında, hem de hakikat-hayal diyalektiğinin estetik açılımında...
Hakikat, bizim dışımızdaki haliyle, üzerine ahkâm kesebileceklerimizin kavramı değil. Bizim hakikatimiz, üzerine konuşabildiğimiz ve konuştuğumuzu anlamlandırabilen, saatlerimizi birbirine ayarlatan hakikat. Gerçekliğimizin, bir yerlerde ve zamanlarda yerleşikliklerimizin, gerçekliklerimizin hakikati.

3

Vücudu hayat tasarımında itmiş görünen vücutçu ve tüketici nesillerin akıl ve vücutta şizofrenik ayrışma eğilimi, bir biradada tutucu, bütünleştirici süreç ve kavrayışlardan kaçmalarından da. Epistemik/analitik bir düalite ya da ikilik, reel addedilen bir düalite olarak karşımıza çıkıyor verili hakikat kaybı içerisinde. Bu hakikat kaybı hem genel ve üzerine konuşulamayacak olandan farkındalığı yitiriş, hem de gerçekliğimizin hakikatinin yerini ilkel, ürkek ve hakikatle düzeltilmeye direnç gösteren mükemmelleştirilmiş kabûsa, ezbere tutunuş. Maddî-manevî, vücut-entellekt, beden ve ruh ayrımları manevî, ruhî ve entellektül olanın niteliksel ölçüm kalıpları (IQ, başarı, derece, konum ve heves kalıpları) maddenin hakikatini reddeden bir şizofrenik-idealist vücut ve madde saplantısına doğru gitmekte. Toplumsallığa olan direnç bireyciliğin bireysellikle tanışmasını ve hakikatiyle düzeltilmesini engelliyor.
Psikanalizi bireysel düzeyden çıkarıp, toplumsal alana analoji halinde taşımanın, hakikatle düzelmeyi bıraktırıp, hakikate terapi yapılabileceğine kadar gidebilecek özellikleri de taşıyabileceğinden toplum kuramı ve yorumbilgisinde haklı olarak eleştirdik.
Bu güne kadar düşündüğümü düzelterek ifade edersem, psikanalitik analojinin doğrulanabilir, meşruiyet talep eden bir yanı da var, düşünüldüğünden farklı olarak şekillenerek ufuk açıyor, eğer şizofreninin kültürel/toplumsal bir boyutunun olduğunu kabul edebilirsek .
Hayatsız hazcılık ile hayatlılığın iş aleyhinde itilişine de denk düşen bir sorun alanı. Toplumsallaşmanın bireyselleşme kanallarının daralmış kişiselliğin yapıları karşısında gerilemesi. Kişisellik de kişiselliğini, ortaklaştırıcılığını ve itiraz talep ederek bireyselleştirebiliciliğini hakiki iletişim ve hakikatlilik kaybıyla yitirirken.
Yeni gerçekçi geçiniş türlerindeki gerçek kaybı, gerçekliğin ayrışıp dağılmışlığı üzerine kurulu ve bireysel planda. İdeolojinin bireysel planda hakikatin yerini almışlığı biçiminde de üzerinde düşünebilirz.
Medeniyet çözülmeleri, toplumsallaşmalarda çözülme içinde kendisini gösteren bütünlük kaybından yola çıkarak topumsal boyutta da birşeyler söyleme imkanımız var: İdeolojik bir tüketicilik, gerçeksiz estetik mantıksallık ve bütünlük, düşüncenin kitabilik ve alanına hapsolmuşlukta tüketilmesi. Düşünce üretimi de bir hakikatsizlik tüketimi, eleştirilebilirliğini yitirmiş tüketici idealizm içinde hayatsızlık buluyor. Geçmişte popkültür eleştirisinde söz konusu edilebilecek olanlar, bu gün kültür kurumlarının, üniversitelerin ve toplumsallştırıcı kurum ve yapılara müdahalelerin temel şekillenmelerinde. Maddi yeniden üretim ve iktisadın emek boyutundan ve vatandaşlık hukukundan koparılmışlığında kendisini gösterebilecek bir süreçle karşı karşıyayız.
Adorno ve Horkheimer'i Nietzche’nin hayatsızlık eleştirisi ile buluşturan, postmodern eleştiriyi onların çıkışları ile gözden geçirmemize yol açabilecek olan bir bütünlük kaybı toplumsuzluk, vücutsuzluk, hakikatsizlik, gerçeksiz praksis ile karşı karşıyayız.

4
Bütünlük, tek başına bizim talebimiz olduğunda ontogenetiğin filogenetiği tamiri olarak da anlaşılabilecek bir terapeftik hareket olarak anlaşılabilirdi. Geleneğin tasfiye edilmemişliği, alanların alanlara filizlenebilirliği ile abartılmaması gereken, temellendirici, kurucu görülmemesi şartıyla anlaşılabilirliği olan bir hareket.
Bütünleşmişiği içinde dünyadalık ve dünyalılık kazanmamız, insanlığımızı bulmamız, sınamamız ve başkalarıyla ortaklıklar (yani kişilik kazanma süreçleri) içinde farklılaşma ve ayrışma (yani bireyselleşme kazanma) sosyal, kültürel ve hatta bir biçimde geleneksel de olsa, 'doğal gelen' bir süreçte ve birikegelmiş toplumsallıkta, kendini düzelte(bile)n bir dinamik ve diyalektikte hayat buluyor.
Ontogenetik ve filogenetik arasındaki alışveriş dinamiğin, toplumsallığın, varlığın, gerçekliğin, hakikatin, içinde farklı olunabilirliğin mümkün oluş dünyalarının kimselerin kaçınamayacağı anlamıyla 'doğal hareketlerinde' ve interaktif diyalektiğinde algılanması gereken bir şekillenme, ete kemiğe bürünme.

5

‘İnsan doğası’na bu kadar göndermede bulunulan bir dönemde süreçlerin ‘doğa’sı ve hayat tarzlarının hakikat dinamikleri darmadağın edilmekte. Konuşmanın tamir ediciliğini kabul etsek de, tamir edici toplumbilimlerinin varlığı ve gözlemlenebilecek dağıtıcı hareketlerin bir başka genel bütünlük içerisinde hareket edip etmediği konusunda konuşulması gereken daha çok şey var.



12 Aralık 09

23 Ekim 2009 Cuma

"Tartışmaya Önyargıları Bırakıp da mı Gelmek Lâzım?"

Bu da bir önyargı değil mi size dayatılan?

Siz boş bir kağıt mısınız da başkalarının karaladıkları ile dolacaksınız?

Dinleyeceksiniz elbette. Ama itiraz edecekseniz, bir itirazınz olacaksa yalnız yeni işittiğinizi değil, önyargınızı da tartışmaya açmış oluyorsunuz.

Önyargısızım: "Evet, denilen mümkün!". Bitti. Bu ise istenilen, "mantıksal olarak mümkün olanın" kabullenilmesinden ibaretse tartışılandaki hakikat içeriği, hakikat iddiası gözden kaçırılacaksa bu önyargısızlığın tartışma ile, hakikat derdi ile ne alâkası var?

Önyargısız yani bazı kabuller, fikirler, düşünceler olmadan nasıl dinleyebilir, anlayabilir, kendimizi değiştirebiliriz?

Önyargısızsak değişmeye ihtiyacı olanlardan değilizdir. Niçin tartışacağız?

Tartışma, fikir alışverişi katılım ister. İtiraz etmek için gitmeyiz bir yere. İtiraz söylenilenin bize yanlış eksiz gelmesi, alışık olduğumuzla çelişmesi halinde ortaya çıkar. Bazan sadece alışverişin bir parçası olarak, açıklığa kavuşturmalara yardımcı olmak için, temellendirmeleri işitmek için. Burada başka olası bakışları da sunabilecek, tahayyül edebilecek durumdayızdır.

Değişme ihtiyacı tartışma tekniğinden, usulünden gelen itirazla olmaz. Kalpten gelen, yürekten kopan, kişiliğimizin bütünlüğünü oyuna sokan "tahrişlerle", incinmelerle, sarsıntılarla gelir. Kulak kabartır, karşı bakışa açılmaya çalışırız, reddederken bile. Bir soruya, iddiaya, yanlışlık eksiklik iddiasına karşı duruşumuzun temellerini sağlamlaştırarak, derinleştirerek, incelterek.

Dil, kültür, terbiye, kişilik yapıları, toplumsallaşma kurumlaşmaları aştım demekle aşılacak şeyler değidir. İnaçsız, fikirsiz, omurgasız olmak durumunda değiliz. Sadece, itiraza açık olmamız, yanlış anlamayı, yanlış yapmayı mümkün görebilmemiz yeterli. İtiraz, alışageldiğimizi hemen unufak etmeyi getirmez, bunu yaptığımızda, boş bakışlarla karşılıyor oluruz sözü. Alışageldiğimizin başka türlü olabileceği, başkalarının alışageldiğinde bir keramet olabileceğine açıklıktır önemli olan.

Başkasının yanılabileceğini düşünmemiz doğal, ancak burada, tartışma, konuşma, anlaşmada yanılabileceğimizi düşünmemiz, karşı tarafın söylediğinde bir hakikat olduğunu düşünmemiz dinleme, anlama ve anlaşmada önceliklidir.

Karşı tarafın yanlış olabileceğini unutmak değil, doğru söyleyebileceğini düşünmektir esas olan, anlama ve öğrenme üzerine konuştuğumuzda.

Karşı taraf söylediğini kastediyor, kastettiğini söylüyor önkabulü/düşüncesi (Habermasın Metodolojik Ütopyasını üzerinde kurduğu) bile Gadameri ciddi okuduğumuzda bir önyargı çeşiti olarak değerlendirilebilir:

Anlaşmayı üzerine kurduğumuz, konuşanın iddiasında bir hakikat iddiasının gerçekten olmasının da ötesinde bir kabuldür, konuşmayı devam ettiren, alışveriş sürecini açık tutan. Önermesindeki hakikat iddiasının gerisindeki temelleri, gerekçeleri sunmasına neden olacak birşey. Söylediğinin arkasında durması. Onu izah etmesi, tartışması, sahiplenmesi.

Her insan söylediğini kastetmez. Ama konuşabilmek için, konuşmayı açık tutabilmek için bunu düşünürüz. Aynı zamanda bu bir ahlaki önermedir, dilektir. Ama karşımızdakinin böyle düşündüğünü faktum olarak kabul ettiğimizde (bilinçli olarak ya da olmayarak) bir önyargı, önkabul olarak karşımıza çıkar, hatta, bazan, gerekçeleme yollarından bağımsız olabilecek bir biçimde.

Şaka, mizah bu konuyu daha anlaşılabilir kılacak itirazları getirebilir, ancak, konumuz bu değil, ileride geri dönmeye çalışalım.

Bir söyleyeceği olan'ın, bizden bir dinleyeceği olarak görmemiz anlamayı çığırından çıkaracak olandır, önyargısızlığımız değil. Anlama anlaşmadır, evet, karşı tarafın anlama sorunu olduğunu düşünmemek gerekir. Ancak, kendi anlama(la)rımızın öznesi biziz. Anlamadan bahsettiğmizde, kendi anlamamızın şartlarından konuşuyoruz, anlaşmadan konuşurken bile. Karşı tarafa anlama kılavuzu, metodu sunmuyoruz. Anlarken insanların ne yaptığını düşünüyoruz. Anlama bir öğrenme, dinleme işi. Bu işi gerçekten yapanların ne yaptığına bakıyoruz. Anlama, anlaşma gerçekleştiğinde neyin söz konusu olduğunu kavramaya çalışıyoruz.

Peki tartışmada eşitlik gereksiz mi oluyor? Hayır. Anlama bir ahlak işi. Anlamanın ahlakı, dinlemenin, saygının, karşı tarafın söyeyeceği bir şey olacağını kabulün işi. Karşı tarafın bizi dinleyeceği öncelikli değil. Dinlemese zaten konuşma olmaz. Ama dinlemesinin söylemesini öncelediği iddası ona bir dayatmamızın olmasının da işareti.

Evet karşı tarafın da bizden bir öğreneceği var, ama bu yorum bilgisinin sorunu, parolası değil. Bir üçüncü şahıstan bakma meselesi bu biraz da (yanlış olarak nesneleştirme adı verilen şey de bazan bu).

Önyargısız diskura katılamayız. Dilimiz, fikrimiz, kültürümüz, terbiyemiz yoktur, o halde. Önyargıları eleştirdik diyelim, emancipe olduk, kurtulduk, hem tümünden, hem de en azından bir süreliğine. O halde tarihin sonundayız, kıyamet sonrasından konuşuyoruz, daha varmadığımız zamanlardan,, hatta zamanların sonundan, toplamından.

"Önyargısız gel!" diyen, "kendin olarak gelme!" diyordur, genellikle. Bir başka anlamda daha kullanılabilir "önyargısız gel!": Açık yürekle gel, tartışmada önkabullerimizi sorgulama imkanına, ezberimizi bozmaya kapalı olarak gelme. Bunun önyargı ile bir alakası yok. Tartışmaya, başkalarının söylediklerine kapalı isem, fikrimde hep inat ediyorsam, daha başka türlü olabileceğini dinlemeye açık değilsem, bana bir söyleyeceği olan bunu pekala vurgulayabilir.

Bunu ben de vurgulayabilirim, beni dinlemeyene. Bu da bir anlama meselesidir, diskuru açık tutma işidir. Konuşmayı sürdürme işidir. Ve sanırım konuşmanın kendisini tematize edicidir. Konuşma üzerine konuşmadır.

Binanaleyh, karşımdakinin beni dinlemesi, anlaması, anlaşma halinde oluşumuz karşı tarafa anlama dersi vermemin önceliğiyle değildir, benim ona söyleyeceğim olduğunu düşünmesi, söylediğimi eksik bile söylesem bir sözüm olduğunu düşünmesi kabul etmesindendir.

Bir konuşma varsa, karşılıklı dinleyenler vardır zaten. İki tarafın da önceliği karşı tarafın dediğine kulak vermek, söylediğinden bir öğreneceği olduğunu, bir hakikat iddiası ile, bir hakikat sergilenmesi ile karşı karşıya olduğunu bir biçimde düşünmesidir. Ancak, her konuştuğumuz, alışverişte bulunduğumuz yaşayan özne(ler) değildir. Kitaplar, metinler, sanat eserleri, fragmentler, gelenekler, fikirler vb ile karşı karşıyayız. Hem üzerlerine konuşuyoruz, hem de doğrudan kendileriyle alışverişte bulunuyoruz. Fiziki konuşma, bir metin ya da metin analog ile karşı karşıya gelmenin sanal olmayan hali olmuyor.

Fiziki konuşmada sokratik diyaloğu devreye sokabiliyoruz. İki konuşmacı konuşmada eşit taraflar halinde olarak düşünülebilir. Oysa konuşmanın özellikleri, biçimleri zengin değişiklikler gösterebiliyorlar. İnsan olarak eşitlik, rol eşitliği sağlamayabiliyor, bu ayrıca gerekmeyebiliyor. İleride sorunlaştıralım:)

(Burada ara verelim. Bazı çelişkili görünen önermelerim, konuyu yeni sorun, alan ve yeni çelişkilere doğru çekmeden. Düzeltilmedi. Online yazıldı.)

4 Ağustos 2009 Salı

Oku! (2)

Bu işittiğinin, farkettiğinin şahidi ol! Bunu yüksek sesle söyle, yani başkalarına duyur, ilan et! Arkasında durduğunu deklare et, anladığını, anlamaya çalıştığının ifade ettiğini tekrarlayarak!

Henüz tam anlamıyla katılamamış, kavrayamamış bile olsan kendini bağla!

Bu söz senin sözün. Bu söz sana yönelmiş bir söz. Bu söz senin için. Bu söz dinleyeni konuşanlardan, söz verenlerden, sözünde duranlardan olan bir söz. Bu söz arkasındaki hakikatiyle ayakta duracak bir söz, seni de ayakta tutacak olan söz.

Bu sözün hakikatini savun! Bu sözün hakikatini paylaş! Sana yönelen hakikat iddiasını dile getir, kendini aş!

Hadislere Başvuru Anlayışları Üzerine Yorumbilgisel Bir Not

1) Hadislere başvuru bir konuda kanıt sunmak için olabiliyor: Bazı hadisler genel, evrensel değerler, olguların gücüyle tüm insaniyete sunulan gerekçeler olma özelliği taşıyorlar, insanlığın bazı kabulleri, farkındalıklarına bir zamana bağımlı olmadan hitap ediyorlar. Algılayan bir zamandan bakıyor, ama kendisine doğrudan hitap eden bir paylaşmışlık, paylaşabilirli, anlaşılabilirlik içeriyor. Muhatabına yeni (gelmesi gereken) bir şey söylediğinde dahi biliniyormuş, bilinmesi gerekiyormuş gibi gelme özelliği var. Bazıları din içi evrensel kanıtlar sunuyorlar, başka bazı kabulleri daha gerektirebiliyorlar. Bazıları din içi ya da tüm insanlığa hitap eden dönemsel sorunlara ilişkin olarak algılanıyor, dönemler için tipik olanı açıklığa kavuşturmada söz konusu ediliyorlar. Bazılarına pedagojik, psikolojik, didaktik bir anlamda başvuruluyor. Bazıları gelecekle, öbür dünyayla ilgili örnekler sunuyor, felsefedeki düşünce deneyi denilen kategoriyi de bazan kapsayan, hikmeti, dersi, konsekvensi söz konusu eden. Bu çeşitli dinlerdeki dini hikayelerin özelliklerini de gösterebiliyor. Onlardaki merkezi temaları da işleyebiliyor. Burada da çok katlılık, muhatap alınanın çok yönlülüğüne yönlenebilen çok katlı evrensellik, temada özele girmeden, özgün olana girebiliş söz konusu oluyor.

2)Bazan bir uygulamayla birlikte pratik bir sorunun çözümünde yol gösterici olarak sunuluyor. Burada genellikle teknik bir kural gibi değil, karşılaşılan her yeni durumda, o durumu iyi bilerek uygulanabilecek, ezbere bir uygulamayı öngörmeyen bir yaklaşım, bakış açısı, perspektif ufkumuza sunuluyor.

Bazı hadislerin tüm insanlığa hitap eden, ahlakî, hukukî, olgusal anlamda kanıtsal özellikleri olabiliyor. Bazılarının eylemelerimize, sorun çözümlerimize, hayatı ikame ettirişimize ışık tutan, yol gösteren özellikleri öne çıkıyor.

3) Emir veren, bir buyruğu sunan, bir yapılması gerekeni sunan ya da açıklığa kavuştıran, ama bazıları pratik uygulamayı gerekitirken bazıları şartlardan bağımsız uygulamaları gerektirebilen hadisler. Bunlardan bazıları doğrudan dini uygulamanın alanına hitap ederken, bazıları insanlığın genel anlayışına hitap ediyor. İnsan oluştaki evrensel özellikler gözardı edilmediği için. Ve tüm insaniyete hitap edildiği için. Dini uygulamaya dair olanlar da din içi gerekçeler kadar, tüm insanlığın kabülüne açık argumentatif özellikler taşıyabiliyorlar.

4) Menkıbe, keramet, mucize ifadesinde kendilerine başvurulabilen hadisler. Bazan uygulamalara, geleneklere, yapılagelene kanıt olarak, bazan sınır hallerinin ifadesine söz konusu edilebilmekteler.

5) Yorumlanması, üzerinde çalışılmasıyla, genel anlayışa, anlama biçimlerine hitap eden ilke ya da çıkış noktaları bildiren, düşünmeye, anlamaya, anlaşmaya açılma noktaları oluşturan, yorumları üzerlerinde mütabakat gerektirmeyen, mütabakat ve anlaşmaları donmuşluktan koruyan, hikmetleri tam kavranamadığı halde inancı kör inanç olmaktan koruyan hadisler. Bunların bazıları felsefeyi, bilimleri, eleştirel okuyuşları, düşünceyi dinin alanındaki bilgi, uygulama, inançlarla geçişli kılan hadisler.

6) Açıklayıcı, hüküm veya muhakeme bildiren, içtihat oluşturan, bilgi veren, tepki belirten, sınırlı anlamda sorulara cevap veren hadisler.

Hadisler, değişik duruşları olan kişilerce, değişik bağlamlarda, ortamlarda, değişik geleneklerden topluluklara hitap edilirken gündeme getiriliyor. Bazan insanlığa bir şey izah edilirken dini kabul etmişiliği gerektiren hadislere başvuruluyor, bazan bir hikmeti olan hadis bir keramete tanık olarak dile getiriliyor. Ahlakı temellendiren bir hadis, başka bir alanda ele alınıyor, dünya üzerine bir hadis metaforik bir anlam yüklenerek değerlendiriliyor.

Elbette, bir uygulama geleneği var. Herşey keyfi de olmuyor. Ancak hadislere başvuru, başvuru geleneğindeki sorunlarla beraber her zaman için yerli yerinde de yapılmıyor.

Hadislerin önemlerine, sahih olup olmadıklarına dair çeşitli tasnifler var. Bunları bilenler dahi bazan argümanlarını desteklemek için gelişigüzel biçimde hadislere başvuruyorlar.

Sorunların bir kısmı dini bilenlerin, içinden konuşanların temellendireceği ve gidereceği sorunlar. Bunlar, ayrım noktalarını, argüman çeşitliliklerini, mütabakat noktalarını ve mütabakatlardaki kırılma hatlarını ihmal etmemeleri, iç hakikatlerine karşı hakikatli davranmaları ile kısmen giderilebilir, tüm zamanlar için bir kereliğine olamayacak olsa da.

Benim burada mesele ettiğim ise, bilimler, alanlar, gerçeklik, bir gerçeklikte hakikatlilik sorunu, yani "dış" diskurun, kapsayıcı gündelik interaksiyonun ve evrensellik iddialarının devreye girdiği durumlara dikkat ederek. Hadislere ne ölçüde başvurulacağı değil, başvurulduğunda ne yapıldığı, başvurunun nasıl yapıldığından yola çıkarak.

Bir önermede, sözde, buyrukta bir geçerlilik alanı iddiası, geçerliliğin şekillendiği bilgi türleri, muhatap aldığı epistemolojik, semantik dünyalar söz konusu. Bir anlayanı, öğreneni, öğreneninin dünyası, ufku, önyargıları söz konusu. Hitap ettiğimizin dünyasını fark ederek, kendisiyle hitap ettiğimizi de anlam dünyasından koparmadan karşılaştırmak durumundayız. İddiamız ve dile getirdiğimiz iddiada bir dilsel, diskursif bütünlük kuramazsak, muhatabımızı bir konuşma ortağı olmaktan çıkarabiliriz. Bir de onun dili, iddiası, sorusu, derdi var, buluşacak, söyleşecek olan.

"Söylediğindeki herşeye katılıyorum"dan daha derin bir anlamaya cevap olabiliyor, "şunu şunu kastediyorsunuz, şuna, şuna inanıyorsunuz, şunları savunuyorsunuz, değil mi"ye verdiğimiz "evet" yanıtı. "Hayır" bile desek, konuşma, birbirini anlamaya açıklık bitmemişse, anlaşma olarak anlama hali sona ermiş olmuyor, Efendim.

(üzerine düşünmeye yazıldı, bir konuya yaklaşım sınaması olarak, zamanım bu kadarına el verdi, yanlışlar muhakkak ki vardır, dipnotlarla beslemedim, konu daha da dağılabilirdi, tasnifler yapmış değilim, bir ön tasnif girişiminde bulundum, insan ve toplmum bilimlerinden bakıştan. "neyi ele alabilirim, nasıl anlaabilir, anladığımı nasıl çözümleyebilirim derdiyle hareket ettim, demekle yetineyim şimdilik.)

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Yazımerkezcilik-Sözmerkezcilik Sorununa Başka Bir Yerden Bakmak

Yalnız kutsal metinler değil, söylenmiş her söz, hatta doğrudan kendilerini ele aldığımızda tek tek her yorum, bitmiş, kendisi olmakla sınırlı, değişmez olarak ele alınabilir. Değişmez görmek yorumun -ilk elde yorumcuyla ilişkisinden dolayı olan- değişkenliğini reddetmek değil. Zamanda, mekanda yerleşiklik; bir bakış noktasından, birikimden, ilgiden bakış ister istemez yorumu çoğul kılıyor. Tek bir yorum'u çalışacağımızda, onu yorumladığı metin ile alakası içinde dahi olsa tematize ettiğimizde/ mevzu edindiğimizde yine ister istemez gelir geçer bir yorum olarak görmüyor, sabitliyoruz. Sabitleme, bir merkeze alış, ya da en azından bir görelilik içerisinde merkeze alış, mesele ediş.

Hakikat iddiaları somut okumalarda vücut buluyor. Değişmez dediğimiz metnin kendisi, bizim için anlamı değil. Bizim için anlamı, onun hakikat iddiasını, hakikatini, söylediğini bir anlama çabası içerisinde kendisini ele veriyor.

Yazı merkezcilik söz merkezcilik ayrımı sözün tamamlanmamışlığı üzerine kurulu. Bitmiş söz, sorunsuzca metin olarak ele alınabilir. Metin artık öznesinden, sözcüsünden çıkmış, bağımsızlığını bulmuş durumda. Ancak, metinin yazarının niyeti, niyetselliği gibi özneye bağımlıkta zorunlu olarak olmasa da nesnellik kurma çabaları son halini almış bir metin için de söz konusu edilebiliyor. Bitmiş metin oluş, çoğu kez klasik metinlerin tanım alanına giriyor. Burada söz konusu edilen özne/yazar/müellif bir öznelliğin sonucu değil, bir özneden çıkmış metni nesnel okuma iddiasından kaynaklanabiliyor.

İlk okuyucu, ilk muhatap(lar) anlam ya da yorum çoğulluğunu işaret etmede de kullanılabilecek olmasına rağmen "eski anlam"ı, "orijinal anlam"ı yakalamalarda başvurulabilen yenidenkurgulamalardan.

Yazının bitmişliği, form almışlığı, bağımsızlığı, zamanıyla sınırlı olmayışı, yazımerkezci bir iddiadan çok, "klasik metin"in şartları, ne olduğu, özellikleri üzerine. Nasıl yazılacağı sorun edilmiyor burada, yazılmışsa, klasik olup olmadığını bize söyletecek kriter üzerine konuşuyoruz.

Yazımerkezci bitmişlik, metnin kapanmışlığı bir başka unsurun vurgulanmasıyla: Konuşma, tartışmanın formalize olması, gündelik diskurdan ayrılması, metodolojik, bilimsel bir diskurun açılması. Bu aydınlanmadan önce de varolan bir eğilim, ancak onunla merkezi bir yer ediniyor. Buradan "aydınlanma yazımerkezcidir" sonucuna varmayı tutarlı bulmuyorum.

Yazımerkezcilik ve söz merkezcilik ayrımı, hristiyanlığın yahudilikten ayrışmasının entellektüel sonuçlarını tartışırken de söz konusu idi. Aydınlanma süreci ile ilişki içinde, yazı ve sözün söylenendeki hakikat iddiasını yakalama süreçleriyle alakasında, toplumsal anlaşma süreçleri içerisindeki tekil kültürlerdeki işlevleriyle vb ele alınmalarında ihmalkar davranıldı. Yani, hem genel bir hakikat sorunu içerisinde felsefe ve bilgi sosyolojisinden, hem düşünce tarihleri içerisinde, hem de hayat dünyalarındaki deskriptif olarak ifade edilebilecek gündelik/bilimsel yerleşimine dair yeterince çalışma yapılmadı.

Yazımerkezcilik, sokratik diyalog modelinin, soru cevap diyalektiğinin profesyonel, formel bir diskurun aleyhine zayıflatılması demek olarak da düşünülebilir. Bilimsel anlama, anlaşmanın dilinin gündelik dil, süreçlerinin gündelik süreçler olduğu gösterildiğinde, aynı paradigma içinde bile bir görecelileşme, metnin sabitliğini anlama ve anlaşmanın süreçselliğiyle dengeleme çabaları da söz konusu olabiliyor. Bu bir kopuş noktası mı? belki. Hem bir farkediş, hem de metodoloji ile çözme çabası yanyana gözlemlenebiliyor, tartışmaların dönüm noktalarında.

Metni sabit görmek, ya da gerçekten sabit olması ile akış içindeki metnin tematize edilme anlamında sabitlenmesi transcendental bir perspektif ten açıklayan değil de, meseleyi öznelararasılık sorunu olarak gören, interaktif, bildirişimsel bir anlama çabasında yazımerkezci anlamını kaybediyor.

Bir anlaşma, ufuk kaynaşması içerisinde, bir ilişkisellik, iletişim, alışveriş içerisinde anlam buluyoruz ve ulaşılan anlamın nasıl elde edildiği, anlamayla nelerin değiştiği, anlaşmazlıkların ne demek olduğuna v.b. dair değişik şeyler söyleyebilecek de olsak, sözün, sohbetin, konuşmanın önemini, primordiyalitesini paylaşan bir duruşu öne çıkarıyoruz.

Söz merkezciliğin sözelliğini değil, diyalogdaki söz öne çıkarılıyor. Zorunlu olarak en iyi formulasyonların değil, konuşma sürecinin içerisinde ifade edilebilen meram anlatış ya da karşılıklı alışverişte, söyleşmede anlaşabildiğimizi farkediyoruz daha zayıf formulasyonlarla yola çıkmış olduğumuzda bile ve en iyi formulasyona, tamamlanmış ifadeye ulaşmamız şart olmadan.

Yazı merkezcilik ile söz merkezcilik arasındaki ayrım, formel bir dil gerektirebilecek doğabilimlerinde ve metodololojisi olan bilimimler ile gündelik dil kullanan insanibilimler ve toplumbilimleri arasındaki çekişmenin nesnellik derecelerindeki farklılığın, arayışların, hatta karşıtlıkların ifadesi olarak görülebilirdi. Ancak, doğabilimsel paradigmaların, farklı yaklaşımların, perspektiflerin tartışması da manevibilimlerde (insan ve toplum bilimleri) olduğu gibi gündelik dilde, ufuk kaynaşmalarında, karşı karşıya gelişlerde, bir anlama anlaşma çabasındaki izafi edilişlerinde gerçekleşiyor. En derin haliyle kuramsallıkları buluşma, anlaşma, dil bulma, ortak dillerini oluşturma çabasında bir üst bakışa, "metadil"e, izafiedebiliştenkonuşmaya erişebiliyor.

Sosyalantropolojik bir kavram çifti olarak yazı ve söz merkezcilik açıklayıcı anlamlar taşıyabilir: Karşı karşıya getirerek, modelleştirerek. Bu tarzı, anlamanın kendisinin aşamaları, hareketleri olarak anlamamak lazım. Bu konuya son kitap okuma istatistiklerini değerlendirerek ele almaya çalışacağız. her konu, epeyce kendisi dışındaki konular demek de olsa.

(zamanınımız bu kadarına yetti, devam edecek, düzeltilecek)

21 Temmuz 2009 Salı

"Canım İsteyince Konuşurum" Demek


"Canım İsteyince Konuşurum" demek, konuşmanın deklaratif, ders verici, bildirgemsi, asimetrik bir ilişki olduğunu düşünmenin eseri. Karşı taraf dinleyecek. Kendisine izin verildiği kadar dert anlatacak. "Canı isteyince konuşan"ın gündemiyle, keyfiyle sınırlı kalmak şartıyla, genellikle.


"Canı isteyine konuşan", konuşmanın bir açıklık, yanaşma, yakınlaşma, sıcaklığı tavda tutma işi olduğunu düşünmüyor. Onun için kayıp zaman olsa gerek, alakalı alakasız sohbet, değiş tokuş, hoşbeş, hasbıhal ediş.


Canı isteyince konuşan karşı karafın da canının isteyip istememesi meselesine karşı bir deklarasyonda bulunuyor: Öncelik kendisinde. Gündem kendisi. Öyle oldu, kabul gördü diyelim, konuşmayı bir yazılı metin tamamlanmışlığında görüyor, söylüyor, dinlenecek, anlaşılacak. Soru cevaba açık değil, zevkler renkler tartışılmaz, sen bana karışamazsın, bu böyle şu şöyle kelamı, eğer konuşma o kadar yönlendirilebilir olsa.


Konuşma hep yönlendirilmişliğinden çıkma eğilimindedir. Konuşmanın "konuşmaya dönüşmesi" değil de bildiri mahiyetinde devam etmesi halinde, yani keyfince konuşanın başarılı olduğunda konuşmanın bir özü, bildirisi var. Bu dercede katı bakan konışmaya, konuşmayı bilmiyor demektir, bir bildirisi de, özlü bir sözü de olamaz gibi görünüyor. Başarılı olduğunu düşünelim. Şunu dedi, şunu dediniz, evet, ya da hayır. Mesele kapanmıştır. Tartışılacak bir şey yoktur.


Kısa, az öz konuşmak, en dağınık konuşma sürecinde bile bir şeyi etraflıca olmasa da özüyle ifade etmeyi becerebilmek, konuşmanın nasıl bir süreç olduğunu, alışverişin nasıl yürüdüğünü, karşı tarafın bir konuşma ortağı olarak "nasıl, nerede, ne şekilde duruduğunu"nun çıkma sürecinde iddia gerekçelendirilebildiğini bilir. Genel temellendirmeler ve gerekçeler, herkes için az çok işleyebilecek rasyonel temeller yine insanlığın sohbet, konuşma, anlaşma sürecindeki işleyişlerine dair tecrübe sahibi olma işi. Kısaca söylediğiniz işlemeyebilir, sonra tartışmalara yol açabilir, bunlara hazırsınızdır, ama o anı, şartları bir bildirme ile, ilk tepkilere yön verici temellendirmeler ile, geçici geçerlilik iddiaları ile geçiştirmek durumundayızdır. Bu geçiştirme bir keyfilik, alelacele ifade içermek zorunda değildir. Anlaşmanın bir süreç olduğunu, anlama ve anlatmanın bir konuşmada, soru cevap ilişkisinde, eleştiri, karşı çıkış, kendisini ve fikrini yerleştirme, ufukları birbirine yakınlaştırma, birbirinin pozisyonlarını yakalama olduğunu düşünmeden, kavramadan kısa ve özlü bir iletişimsel etki bırakmak mümkün değil. Bu etki, yarım kalmış, tamamlanacak, ama belki de tamamlanmaya hiç zaman bulunamayacak şartların iletişimi olabilir.


Konuşmayı açık tutan bir tavrın sahibi olmak, karşısındaki insanı tanımak, ifade tecrübesi, insan bilgisi, ufuk kaynaştırmalarına yatkınlık, karşı tarafı ezbere olmayan bir biçimde hesaba katabiliş zamansızlığın, konuşma sürecini kesmenin veya ertelemenin asıl sürecin yerini alamayacak ama özünde diyalogcu bildirimleri sunup kaybolmayı göze almayı kolaylaştırabilir. Bu etkin oluş sanılabilecek hülasacılığı ve bildirimciliği anlama sürecinin ve anlaşmanın kendisinin yerine ikame etmeden, elbette ki.


Konuşma bir süreç. Yazılı metinde de, konuşmada da olmuş bitmiş, dondurulmuş ifadelerle değil, konuşma içerisinde konu üzerinde bir ayar tutturabilmekle anlama, anlaşma sürecini derinleştiriyoruz. Yanlış formulasyonlar dahi, konuya açıklık kavuşturmaya neden oluyor. anlaştığımızda, konuyu anladığımızda birbirimizin aynısını düşünmüyoruz. Özdeşleşmiyoruz. Gerekçelerimizi, beklentilerimizi, karşımızdakinin neyi neden istediğini üzerinde anlaşabilcek şekilde birbirimize ve üçincü şahıslara ifade edebiliyoruz. Bu noktada, katılmama, farklı yerde durma dahi bir yakınlaşma, ufuk kaynaşması, birbirini anlamaya açılan iki ufuğun taşıyıcısı, yada ufukların taşınanı olma halindeyiz.


Metin okuma da bir konuşma süreci, bu anlamıyla. Konuşanlar, buluşanlar, değişik zamanların, dillerin, değişik dil kullanım topluluklarının da üyeleri olabilirler.


Okuduğum metinle, çağ atlatmıyorum, zamanda yolculuk yapmıyorum. Buluşan iki ufuk, en azından iki anlayış tarzı. Bir göreli, geçici geçişlilik oluşuyor, ve ufuk kaynaşmasının, kendimizi aşmanın, genişletmenin, kendimize daha eleştirel bakabilmenin kapıları aralanıyor. Bir kurtulmuşluk, tüm zamanlar için anlayıcılık biçiminde değil, halden, halimizden, o anki birikimimizden, yaklaşımımızdan, şartlarımızdan bakarak.


"Canım isteyince konuşurum" değil de, can istemeyince konuşma da konuşma olmuyor denmesi daha az dayatıcı, daha az bireyci, daha az deklaratif, daha az monologcu.


Konuşma can istemesiyle olmuyor, gerekirlikleri, gereklilikleri var, problem çözme, iletişimi açık tutma, karşı tarafın acil gündemine açık olma gibi nedenlerle.


Konuşma, "can istememesiyle" muhakkak başarısız olmuyor, ama, bunu konuşmanın şartı göstererek karşı tarafın ortaklığını reddetmişlikle konuşmada/konuşmaya pozisyon aldığımızda, gündemdeki açıklık, ve alışverişteki akış monologcu bir duruşca abluka altına alınıyor.


Konuşmanın zevk işi olması, keyfin de konuşmaya yatkın olması, karşı tarafın isteksizliğinde zorlayıcı olmamak karşı çıkılacak şeyler değil.


Diyaloğun yapısını reddetmek, monologcu bir interaksiyon şeması ile gelmek başka, susmayı seçmek, konuşmaya o an yatkın olmamak başka.


Kapısını çaldığımız insana yana yakıla dert anlatıyoruz. Anlaşıldığımızı düşünürken, karşı tarafın hali, hukuku, keyfi pek hesapta yok. Kaç defasında karşı taraf konuşmak için yanıp tutuşuyor ki? Sadece açık durmanın bir külfet olmadığını düşünüyor, külfetse dişini sıkıyor, komşusunu uçurumdan, yolda kalanı çukurundan alıyor. Ya onun uçurumu? Çukuru? Buradaki anlaşılmış olma bizim monologcu başarımızın, işi değil. evet, biraz medeni cesaret gösterip kapı çalıyoruz. Ama, kırılan vazoyu yapıştıran insanlık kapıyı açan taraf.


Dinlemenin, anlamanın hep külfet gibi sunulması da ayrı bir sorun. Külfet olduğunda dahi bir gerekirlik, ama, bir iletişimsel acil servis işletmiyoruz, her daim de kapımızda birileri dert anlatabilmek için beklemiyor, o kadar zor durumda değiliz, yakınıp duracak.


Dinlemenin anlamanın, başkalarından öğrenmeyi de kolaylaştırması söz konusu. Başkalarının yanlışından, doğrusundan, deneyiminden, birşeylerin yapılmaması ve yapılması halindeki oluşum zincirlerini, değişimliliği, değişkenliği; eyleme ile çeşitli şartlar, kurallar, talepler, beklentiler arasındaki alışverişelere daha esnek bakmaya başlıyoruz. Zorlama formüller ve teknik bir uygulamacılık yerine şartlarda, durumlardaki şekillenişlere, kayışlara, şekillenişlere dikkatimizi veriyoruz. Kontrollü bir fizik deneyindeki sonuçları beklemiyoruz, eyleme alışverişini, zincirlerini, olay akışlarının niyetimizin dışındaki şekillenebilişlerini görerek, daha yüksek bir tecrübe ile, dah yüksek bir tevazu ile, daha etkin bir devamlılıkla, diğer aktör ve şartları hesaba katabilirliklerle eylemelere hazırlanıyoruz. Eylediklerimizin sonuçlarını takip etmeye, beklemediğimiz sonuçlara hayal kırıklığı ile değil esnek, insani bir insiyatif ,le yaklaşmaya başlıyoruz.


Dinleme anlama, hayata tanık olmanın bir başka yanı. Başkalarının deneyimlerinden öğreniyor ufkumuzu genişletmenin yolun açılıyoruz.


Konuşmaya zaman, istek, hal, ortam olmayabilir, ama, anlama ve anlaşmanın yurdu konuşma. Bildirim hakiki bir konuşmanın ortaklığında da söz konusu olabilir. Konuşmayı dayatmanın bir biçimine indirgemek, iletişimin değil savaşın kanallarında anlaşma aramak şaşırtıcı.


Savaşlar anlaşmayla sonuçlanabilirken, anlaşmayı tek yanlı sunucu ve dinleyiciliğe, ufuk perojeksiyonlarına indirgemek, hayatı barış anlaşması olmayan bir savaşın alışveriş alanına çevirmek, bireyciliğin imepatiflerinden bile ilkel, haksız ve hukuksuz.
(bitmedi, düzeltilmedi, online yazıldı, hatalar mutlaka vardır)

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Oku!


"OKU!" dendiğinde bize, okuyoruz, dinliyoruz, dikkat ediyoruz, dikkatimizi veriyoruz, kulak kabartıyoruz, elimizdeki metinin ya da karşımızdaki insanın bize diyeceği birşey var diye düşünüyoruz, başkalarından öğreniyoruz, başkalarının tecrübelerinden öğreniyoruz, okumanın/dinlemenin bize öğrettiğini düşünüyoruz.


"Oku!"ya her cevap verişimizde "okuma"dan anladığımız birşeyler var. Okumanın ne olduğuna dair bir fikrimiz var. Okumak kazanılmış bir teknik değil, şöyle okumak böyle okumaktan bahsetmiyoruz, okumak, teknikleri de olan ama bir teknik olmayan, tekniklere indirgenemeyen bir eylem, iş, hareket.


Okumanın nesnesi bazan bir metin, bazan bir durum, söz, fikir, hikmet, hakikat, ifade, önerme, hayat.


Okuma bazan bir konuşma, sohbet. Bazan bir boğuşma, cebelleşme. Öncelikle insanın kendisiyle hesaplaşması. Ya başlangıçtan, ya okuma sürecinde, ya da sonuçları itibariyle.


Sömürge valisi gibi okumuyoruz. Metin düzeltmiyoruz. Kendimizi düzeltiyoruz, öncelikle. Karşı tarafa itiraz, aynı zamanda bir sorumluluk deklarasyonu. Bir hakikat iddiası. bir hakikatliliğin, bir başka hakikatliliğe (teorik, varsayılan ya da reel/gerçek) iddia sunması, bir "hayır, öyle değil böyle"ye, itiraza açık duruşu. Ya itirazı kabullenip anlayışını düzeltecek, ya da yeni bir itirazla anlamayı anlaşmanın derin teknesinde yuğurmaya devam edecek bir yükümlülükle/yükümlülükte söyleşme.


Okuyan insan, anlamaya, tanımaya, kavramaya, görmeye, hakikatin hiç bir yanını örtbas etmemeye çalışan insan. Açık insan, öğrenmeye, düzelmeye, hakikate açık duran insan.


NİÇİN OKUYORUZ? Anlamak için okuyoruz. Tanımak için okuyoruz. Malumat için. Bilgi edinmek için. Eğlenmek için. Can sıkıntısından. Kendimizi aşmak için. İnsan olma yükümlülüğünü yerine getirebilmek için. Alışkanlıktan. Sınıfta kalmamak için. Kültürlü sayılabilmek için. Başkalarından öğrenebilmek için. İnsanların iç dünyalarını, kendi seslerinden, birinci tekil şahıstan duyabilmek için. Bir hikaye ediş, edilişi merak ettiğimizden. Üçincü tekil şahıs'a içerden dışardan bakabilmek için. Kendimizi kavramak için. İnsanlığı kavramak için. Zevk aldığımız için.


Okumak bazan bir çile. İlmik ilmik, adım adım, yavaş yavaş, kan ter içinde. Çetin, kendisini kolay ele vermeyen bir düşünce metni okuyorsanız. Anlamak da her daim mutluluk işi değil. Anlamanın sevinci, anladığının acısı. Nereye varacağını bilemediğin bir yola düşmenin ürpertisi. alışkanlıklarını, kazandıklarını bırakarak. Ve asıl götürebileceklerinle giderek.


Niçin okuduğumuzu bazan bilebildiğimiz olur. Hatta, ne okuduğumuz hakkında bir fikrimiz olduğu da. Ancak, genellikle ne niçin okuduğumuzu bildiğimizi iddia edebiliriz, ne elimizdeki metnin ne olduğunu söyleyebiliriz, ne de ne anladığımızı.


Bir alanın açıldığını hissetmemiz mümkün. Bir tadı, duyguyu, hazzı, kaygıyı.,


Önceden duyduğumuz, okuduğumuz, gördüğümüzle bağ kurmanın, eskiye entegre ederken, eskiyi yenilemenin genişleticiliğini yaşamakta da olabiliriz.


Niçin okuduğumuz hakkındaki iddiamız, niçin okuduğumuzun nedeni, sebebi, çıkış noktası olmak zorunda değil. Bir açıklama. Açıklama çabası bile değil çoğu kez.


Niçin okuduğumuz üzerine düşünme okumanın ne işe yaradığına dair bir açıklama çabası çoğu kez. Okumanın ne olduğu ile ilgili değil.


Oysa, "Oku!"ya cevap verdiğimizde, okumanın ne olduğuna dair bir fikrimiz var. En azından kendimizce bir başlangıç yapabilecek kadar. Okumayı tanıyabilecek, genişletebilecek, hakikatine kavuşturabilecek, bitmeyecek, biteviye, tüketilemeyecek, son noktası konulamayacak bir faaliyete açılışın ilk titrek adımı olabilecek kadar.


Niçin okuduğumuz üzerine düşünmek, okumanın ne işe yaradığını anlamamıza vesile olabilir, evet. Ama, niçin okuduğumuza dair söylediklerimiz daha çok bir açıklayıcı, listeleyici.


Niçin okuduğumuz daha çok öznel, özgür, emancipe gerekçelerimiz. Toplumsal rolünden, üzerimize yıkılmış yükümlülüklerinden, seve seve üstlendiğimiz toplumsal yükümlülük ve alışverişlerinden kopardıkça okuma alışverişinden farklı bir şeyin, estetik hazzın, yaşantının bağlamında bir açıklayıcılık.


Okuma, yazma, sohbet, fikri alışveriş bir tad, zevk, incelik işi de. Niçin okuyorum bazan varoluşsal bir soru olsa da daha çok ve en fazla Kant Estetiğinin dünyasında anlam kazanabilecek bir sınırlılıkta. Oysa estetiğin öznelerarası dünyasında "okurken ne yapıyoruz?", "okumak nedir"lerle okumanın kendisini "tematize" ediyor, konu ediyor, mevzu edi(ni)yoruz.


"Okurken ne yapıyorum?"la "okuma"ya açılıyorum. Beni de aşan bir okuma olayına. "Niçin okuyorum?" listem, listelerimiz "zevkler ve renkler tartışılmaz"ın alanına temayül eden genellik gösteriyor. "Okurken ne yapıyorum?" ise genelliklere, ortaklıklara, kavramsallıklara doğru kayan bir özgünlük ve özel'lik gösteriyor.


Benim sorum, o halde, "niçin okuduğum" olamaz. bu yersiz br soru mu? Hayır. Cevabını bilmem ilginç olurdu. Bildiğim, tekil nedenlerle asla okumadığım. Bazan mecbur kaldığım. Bazan güle oynaya bir gerekçeyle. Ama hepsinde de, aynı sorumlulukla, yükümlülükle, ufuk açıklığıyla okumaya çalışıyorum. Ya da, okumaya çalışmaya çalışıyorum.


Okurken ne yapıyoruz? Okumak nedir? Ne okuyoruz? Bize üzerine tartışılabilecek, tartışma yükümlülüğü uyandırabilecek sorular. Okumayı buradan düşünebiliriz.


"Niçin okuyorum?"la daha çok bir niyeti niyetselliği yakalayabiliriz. Oysa okurun niyetini aşar okuma nedenleri. Niçin okuduğuna dair gerekçeler de niyetle örtüşmez. Gerekçelendirme, bir başkasına izahat, iddia temellendirme, bir başkasının anlayışına hitap, niyeti bir başkasının anlayışına aktarmanın dilini retorikte arayış.


Niyet eyleme dönüştürülebilseydi bile, okuma, teleolojisi olan bir süreç değil, bir karşılıklı etkileşme. Şunu, bunu yapmaya çalışmıyoruz, bir alışverişteyiz. Ya yeterince özgür olamadığımız, ya da başkasına/anlamaya açıklığın özgürlük olarak görüldüğü bir alışverişte.


NEYİ OKUYORUZ? Okumayı hep metinle sohbet, ya da metin'i dinleme olarak görüyoruz. Yazı, metin, söz ayrımı sabitleştirilmiş sözün ne olduğunu da düşünmeyi gerektiriyor. Sabitlenmiş metin, sabitlenmiş fikir fikri olgunluktan çok, anlamın olgunlaşmış haliyle son haliyle sunulacağını düşünmeyle de alakalı. Anlamanın bir dinamikte, sohbette, konuşmada, soru cevap diyalektiğinde, soru cevap akışında oluşacağını düşünmemekle de alakalı çoğu kez.


O halde, "neyi okuyoruz, okuduğumuzda aradığımız, bulduğumuz nedir, anladığımız nedir, nasıl anlıyoruz?" sorularını da sormak durumundayız.


Metin, söz, sabitlenmiş söz/fikir gibi ayrımlar kadar, "kainatı okuma", "yüz ifadesini okuma" gibi okumalardaki yazılı olmayan, önermeleşmemiş olan okumaları da ayrıştırabilmemiz lazım.


Her dilde ifade edilmemiş olan, dilde bir karşılığı olmayan, olmayacak olan değildir. Burada dilin, hakikatin, diskursivitenin de özellikleri üzerinde durmamız gerekir.


Ancak, yüz ifadesi okurken bir ekspressivite, dışavurum söz konusu. Kainat konuşurken, kainat kendisini ifade ederken bir canlandırma yaptığımızdan değil, dışavurum yazdığımızdan değil, bir anlamaya açılıştan, içinde sınanmaya açılışımızdan bahsettiğimiz için böylesi bir edebi dille konuşuyoruz.


Okumaktan da çetrefilli olan, okuduğumuz, okunan, okunacak olan.


Okumak nedir? Nasıl okuyoruz? Ne okuyoruz? Okuduğumuzda ne oluyor? okuduğumuzda bize ne oluyor?


Hocamız bize "tamam güzel de bu metni niye okudun?" diye sorduğunda, "şunun için, orada şunu şunu aradım, şu kaygıyla" diyebiliyoruz. O metni niçin okuduğumuz, o metnin okunmadan geçilmeyeceği bir diskurda oluşumuzdan da olabiliyor. O halde bir bağlam gerekçesi olarak niçin okuduğumuz da, her somut okuma sepetinde anlamını, zorunluluğunu koruyor da.


(uykuyla bu kadar)

22 Haziran 2009 Pazartesi

İnsan Tarihsel Bir Yaratıktır


İnsan tarihli/tarihsel/tarihi olan/tarihte yerleşik bir yaratıktır.


Heidegger'i de hatırlayarak söylersek: İnsan geçmişini bugününden bakarak yorumlar, yarınını da dününe baktığı yerden bakarak tahmin etmeye, okumaya çalışır.


Ne geçmiş, olan biten , insanın (tamamıyla) elinde olan oluş bitiştir, ne de gelecek insiyatif kullanarak kontrol edilebilecek bir açıklık.


İnsan, bir mirastır. Kendisini gülün dibinde bulmuş bir miras. Kendisine ve kendisinde miras.


İnsanın toplumsallığı hem mirası ve miras bırakacağıdır; hem de içinde şekilleneceği, yaşamışlık kazanacağı, tecrübe sahibi olacağı, kendisini kavrayacağı, farkedeceği.


Toplumsallaşma üzerine konuşacaksak hem insan teki büyürken, hem de toplumun zamanda yolculuğunda konuşacağız. Çocuğun dil kullanımında, ifadelerindeki farklılaşma ayrışma süreci ve bir toplumun dil kullanımında, ifadelerde farklılaşma ayrışma süreci.


Dilin bir tarihte toplumsal tarihi. İnsanın dilli tarihi. Bir bireyin dil geliştirme tarihi. Ahlakın, hukukun, siyasetin, kültürün benzer tarihsel kesitlilikleri. Ontogenetik. Filogenetik.


İnsanın tarihte yerleşikliği, bir durumdan bakışı, bir kendisi hakkında bilgiden, anlayıştan yola çıkışı öğrendiklerinin, edindiklerinin tarihsel, tarihli oluşundan aktarıldığından değil, baktığı yerden, kuleden, dertten, ufuktan kaynaklanıyor.


Geçmişini iki de bir değerlendirme zorunda, gidişata kafa yormak durumunda. Uyum, itiraz, gelişme, insiyatif, anlayış, kendisini düzeltme, tasarımında kendisini hep taslak olarak ele geçirebilen insanın toplumsallığının gerekirliklerinden.


İnsan kendisini yorumluyor, değerlendiriyor, düzeltmeye değerlendirmeye çalışıyor, istese de istemese de.


Zaman içinde kayarken bütünlüğünü korumak zorunda. İşi hem zamanla, hem zamanda, hem de yorumla.


Zamanla alakamız, akan bir zamanda.


Zamanlarla alakamız, kendi zamansallık, tarihsellik ve toplumsallığımızla dünyaya ve dile ara vermeksizin eğilmemizle.


Bir yerden bakıyoruz. Kaybedeceğimiz bir yerden. Bakışımız hep kısmi. Ne tüm zamanlar için, ne tüm ufuklardan, ne de sabit bir yerden.


Zamanı, tarihi bulunduğumuz yerden bütünleştiriyoruz. Görüşümüzü insanlığa miras bırakabilerek, evet. Zaman da, tarih de bizim çıkış yaptığımız yeri belirleyen bir akışın ifadeleri.


Tecrübemiz zamanda, zamanlı, zamana yayılmış.


Anlayışımız bir tarihte yerleşik. Anladığımızı bir fikir, bir bilgi olarak sunuyoruz.


Anlarken ya doğrudan anlıyoruz, ortaklıklar baştan var, ya da anladığımızla ortak bir dil dünyası, ufuk paylaşması inşa ediyoruz.


Miras bıraktığımızı anlayan da ya doğrudan anlıyor, ya da bizimle konuşarak, diyalogda ufuk kaynaştırıyor bir başka bakışla.


Benim tecrübem, bilgiyi edinirken. Onun tecrübesi, kendi bilgisini edinirken, ortak dünyasını inşa ederken.


Benim tecrübem ona da öğretiyor, ama benim kendi tecrübem. O, hem benim tecrübemden öğreniyor, hem de bu öğrenmede kendi tecrübesini ediniyor, ufukları birleştirerek, kendisini değiştirerek.


Benim metnim de değişiyor, bir anlamıyla.


Bir başkasından öğrendiğimde, ne onun zamanındayım, ne de onun tecrübesini kendimin yapıyorum. Onun öğrendiğini, gerekçelerinden, anlatımından devralıyorum. Buradan oraya bakıyorum. Bir yerden. Fikirden. Kaygıdan. Ya zahmetsizce anlıyorum, ya da ufuklar buluşuyor, metinle, senle, bir başka dertle, kaygıyla karşılaşıyorum. Ortak bir dil kuruluyor, anlamaya başlıyoruz birbirimizi. Birbirimize olmasa da, iddialarımıza, kaygılarımıza, sorularımıza yaklaşıyoruz. Sen ya da ben olmasak da, sen ve eserim, ben ve eserin. Sözün. Sözü.


Bir metinle yakınlaşmam onun bana konuşabiliyor, bana bir şey söyleyebiliyor olmasından, buzların erimesinden, onu esir almışlığımdan değil.


Metinden eleştiri alabiliyorum, metin'e hitap edebiliyorum. Ve elbetteki düzelebilir, düzeltilen bir yorumla, bakışla. Hakikatin sahibi gibi değil, hakikatlilikle.


Bir ifadeyi çabasızca kabulleme bir tecrübe değil, tecrübeden öğrenme anlamında. Ama yine de bir öğrenme tecrübesi, bir başka anlamıyla.


Başkasından öğrenirken, kendi tecrübemizi edinebiliyoruz, ama o bilginin arkasıdaki tecrübeyi değil, dar ya da geniş anlamında bir öğrenme tecrübesini. Ama bu tecrübeler de bizim hayat tecrübelerimiz üzerinde yükseliyor. Yaşamışlığımızın, bakış edinmişliğimizin.


Fikri alabiliyoruz. Başkasının zamanını alamıyoruz. Tecrübelerini kendi tecrübemiz yapamıyoruz. Belki edebi bir sanat olarak bu söylenebilir sadece.


Tarihselliğimiz, tarihüstü bakış imkanı vermiyor. Büyük konuşamıyoruz. Büyük şeyler söyleyebilsek de.


Geriye kalıyor emek, didinme, çırpınma, zamanlar arasında akma, zamanlı akma, zamanla akma.


Tarihsel olan, tarihi olan, tarihten gelen, gelmeyen herşeye bir tarihsellikten, sınırlanmışlıktan bakıyoruz. Onlara bir perspektifle yaklaşıyoruz. Tüm perspektiflerin toplamından değil. Bir perspektife, zamana esir olarak hiç değil. Düzelterek, değişerek, yeniden anlayarak.


20 Haziran 2009 Cumartesi

Gelecek, Gelmeyecek


GELECEKTE DE GELECEK OLACAK GELECEK. Tarihin sonunu da aşan bir sonsuzluk duygusu, düşüncesi. Sınırlandırılmamışlığı, son'un olmamasından değil. Son'un bilinmemesinden. Son'un son durak, son bakış postası olamayacağından.


Son'dan, bütünlenmiş bir bakışla, bakışlar bakışıyla bakamayacağız. Son, bakışın, bakışımızın da sonu olacak. Eğer son'dan "nihaî" bakışla bakabilseydik, başlangıcı bilen, başlangıçtan ibaret bilen gözüyle bakabilirdik. Bakmak için sona ve başa ihtiyaç duymayacak bir bakışla.


Son'dan bakışımız, sonu gelmemişlikten, devam ediyorluktan bir bakış olurdu, bakabilseydik. Sona bakış, sondan sonrasından bir bakış olurdu, nihai bakıştan bahsediyorsak. Sondan bakış nihaî değil. Devam ediyormuş gibi bir bakış. Son, gerçek son olduğunda, bakışın da sönüşü.


Son, zorunlu olarak, ne topyekün bir bitiş, ne de başa dönüş. Son bizim zamanımızın bitişi. Zaman, kendi başına bir varoluş değil. İnsanî bakışın, insanî anlayış ve kavrayışın, insanî devamlılığın hem bireysel hem de toplumsal boyuttaki şartı, harcı, kavramı.


Zaman, hem zihinde, hem de dilde yerleşik. Canlılık zaman işi. Ritm işi. Kültür, toplumsallık tarih işi.


Tarihin sonu, insani varoluşun, insani anlama ve kavramanın da sonu. Kültür oluşun, bir tarihi oluşun.


Zaman başka biçimlerde, insanî zaman kavrayışı dışındaki hallerinde nasıldır, varsa. Var mıdır? İnsanla kaybolacak mıdır?


Dünyanın, kainatın ortadan kalkmasıyla zamanlı varoluşların önü kapanacak mıdır? Bunun üzerine biz konuşamayız. Varsayımlarda bulunabiliriz.


İnsanın ortadan kalkması ama canlıların devam etmesi halinde bir ritmleri, zamansallıkları olacaktır. Ama zihin bütünleşmesindeki anlamıyla zamanları olacak mıdır? Bunun üzerine biz konuşamayız. Bizim üzerine konuştuğumuz insanî zamandır.


Ya madde? Akış içindeki, sürekli değişim içindeki madde? Kendisine ait bir zamanı olmuş mudur? Zaman canlı işi midir? Bu soruyu da tüm zamanlar için tatmin edecek bir şey söyleyemeyiz. Bizim tasniflerimize göre cevap kolay. Sibernetiğin dünyasına göre daha karmaşık. Hepsinin önce ve sonrasına göre ise imkansız.


Madde nedir, canlı nedir, cansız nedir, varoluş ve yokoluş nedir, insanî anlamanın sınırlarında kalarak, belki biraz genişleterek, ama kendi imkanlarımız sınırında kalarak konuşabiliriz.


Kant bu konularda haklıdır. Zamana reel bir varoluş yazamayız. Tabii ki insani anlamanın sınırları içerisinde kalarak. Haddimizi aşmayarak. Aştığımızda, realite yazmayarak. Empirik idealizm(ler), transcendental realizm(ler)e yolaçar, ve tersi (bu konuda bakınız Allison, "Kant'ın Transcendental İdealizmi"). Kendimize maddeci bile desek bundan kaçış, kurtuluş yok.


Sonsuz bir dizgenin sonunun olması, dizgeyi açık sonlu yapmamızı gerektirmez. Dizge bir devamlılık fikridir bir anlamıyla. Gerçek değildir. Ama gerçeklik ile bir alakası vardır. Hakikati hakikatin ta kendisine ait değildir. Hakikati vardır, insan için, üzerine düşünülebilir, tartışılabilir, yanlışlanabilir, şu ya da bu kavrayışla kendisini sınayabilir.


Eflatunun soru cevap diyalektiğinin verdiği orta, ortada duran alan, arafta kalan hakikat, sohbetin, konuşmanın, koklaşmanın, meleşmenin, tartışmanın orta yeri, alan çekirdeğidir. Ortayı bulmak, ortayolculuk değildir, ortası olmaktır, hayatlı olmaktır, toplumlu, dilli, kültürlü, terbiyeli, edepli, ahlaklı, tartışmalı, eleştirili, hukuklu olmaktır. Eflatunun soru cevap diyalektiğine hakettiği anlamı veriş, bence, Eflatun'un dil kuramıyla mağara istiaresine hakikatlerinden fazlasını yazmaktan vazgeçip nahiv'e, gramere, lingvistiğe, semantiğe felsefeden bakabilmek, felsefeye de oralardan bakabilmekle mümkündür.


Gelecek düşüncesi, akış, devamlılık beklentisidir. Geleceğin sonu, gelecek düşüncesinin sonu olsa da, işleyişimizin, kuruşumuzun bir parçası olarak, sonsuzluk kavramı değil, sonsuzluğa açıklığın kavramdır. Zihinde son verilebilir, ama sona kadar, sonsuzmuşcasına ileriye açıktır, ileriye açıklıktır. Açık bir "dizgedir", benzetme mübahsa, ya da matematik dille formule edilmesi gerekiyorsa. Tanımına teorik bir son koysanız da, koymasanız da zihnin kategorik sürekliliği, sonlu ömrümüzle, sınırlı yaşam aralıklarında, fanî zihninlerde taşınmaya devam edecektir.


GELECEKTE GEÇMİŞ OLACAK/OLARAK GELECEK. Her gecenin bir sabahının oluşu. Her sabahın da bir akşamının, gecesinin. Yaşadıkça, düşündükçe, anladıkça hep daha iyi bir bakış noktasını olayları izleyen zincirlerin sonunda edinebileceğiz. Onlara da daha ilerdeki, daha geniş perspektifle bakabileceğimiz zamansal mesafelerden sonra. Tarihi mesafe, zamanımızdan zamanımıza varsayımsal mesafe değil. Hüseyinin babası Ali diyebileceğimiz mesafe.


Danto, Analitik Tarih Felsefesinde tarihî bakışın/anlamanın retrospektif olduğunu, geriye dönüklüğünü güzel anlattı. İdeal vakainüvis olayları ve ayrıntılarını kaydetse de, tarihçi değil, ilerdeki olaylardan değerlendirmiyor: Yorum gelecekteki olaylardan, geçmişi değerlendirmek, narratif olarak geçmişi bütünleştirmek. Elbette bu, biteviye bir çaba.


Birinci Dünya Harbi demek için ikincisi gerekiyor. (Baştan bunu söylesek kahin oluruz zaten tarihçi değil, bunu da ben not edeyim:)) Vakinüvis ikinci der mi, demez mi? Danto'nun makinası, objektivite için bir şarttı. Bence demez. Derse de, tarihçi olur, (yalnızca) vakainüvis ya da kayıt makinası değil.


Ancak, İkinci Dünya Harbi'ne üçüncüsünden önce de "ikinci" diyebiliyoruz. Birincisinin sayesinde. Bu bizi kâhin yapmıyor. Tarihçi yapıyor mu bu da ayrı bir soru. Bu hatırlatmama Danto ne derdi konumuzun dışında. Bunu mesele etmem ise anlamsız değil, örneklerin "relevans" ya da geçerlilik alanlarının dışına çıkarılmamaları için. "Yüzyıl Savaşı" demek için beklememiz gerektiğinden. Tarih kehanet değil. Yorum işi. Yorum, gelecek okuma değil, geçmişe kendisinden ileriki bir noktadan, noktalardan dönebilme, değerlendirebilme, olaylar zincirini daha sonraki bir noktadan narratif olarak bütünleştirme işi.


Gelecek, her daim, geçmişe daha iyi ışık tutacak. Sonuçlarını yaşayabileceğiz alayların, eylemlerin, olay ve eylem zincirlerinin. Şu anda, örneğin, bir anayasa değişikliği olacak. Değerlendirmelerimiz, eleştirilerimiz olacak. Ancak gelecekteki bir noktadan bakanın elinde daha büyük bir imkan olacak: Olan biteni bilerek (bilinebileceği kadarıyla elbette), izleyen gelişmeleri değerlendirebilerek. Bu imkan, bugünkü anayasa üzerine konuşmalarımızı anlamsız kılmaz. Daha büyük imkanlar, reel veriler, zamansal mesafe geleceğin tarihçisini bugünün aydınından daha büyük aydın kılmak zorunda değil. Önemli olan, olmuş bitmiş hakkında konuşma imkanına sahip olması. Tabii ki onun söylediklerini de yeniden değerlendirmemize yol açacak gelişmeler olacak. Daha sonraki bir noktadan daha farklı değerlendirmeler mümkün olacak.


Geçmişten ileri, gelecekten geri olmamız ne bizden önceki çabaların bizimkilerden küçük, eserlerin bizimkilerden basit olması anlamına gelir, ne de geleceği ezbere güzeller. Tabii ki ki şunu da unutmadan bunu söylemeliyim: Geçmişin ve bugünün çabalarını da miras edinen bir gelecek bizden daha kötüsünü de yapmamalı. Bu bir zorunluluk da değil.


Mevzuya dönersek, herhangi bir bugünü değerlendirme imkanımız, o bugün'den sonra gelecek, bir bugün ve geçmişte dönüşecek bir geleceği öngörür. Bir bugünü, kendisinden sonraki bir nokta olmadan değerlendiremez miyiz? Değerlendirebiliriz. Ancak bu tarihi bir değerlendirme, sonuçları, izleyen günleri, zincirleri hesaba katan bir değerlendirme olmaz.


Gelecekte geçmiş olacak bir gelecek düşüncesi tarihli oluşun şartıdır. Tarih kronoloji değildir. Yorum, bir değerlendirme, bütünleştirme işidir. Eldeki verilerle yapılır. İmkanlar zorlansa da, gelecek değerlendirmeleri boşa çıkarabilecek bir ufuktan konuşmak imkan dışı.


Gelecekte de geçmiş olacak. Kendimizi anlayabileceğimiz, değerlendirebileceğimiz. Ezbere konuşmayabileceğimiz.


BUGÜN. An'ı yaşamaktan başka çaremiz yok, zaten an'larda yaşıyoruz. An'ları an'lara bağlıyoruz. An'lar da an'lara bağlanırken belki bizi bağlıyor, zihnimizi, hayatımızı bağlıyor. Anlar anlara bağlandığından biz bütünleşiyorsak zaman bizim dışımızda mı? An'lı yaşadığımızdan mı anlar zincirinden ibaret hayat? Üzerine konuştuğumuz hayat mı, hayat üzerine bilinç mi? Hayatın bütünleşmesi, zhnin bütünleşmesi ile aynı mı? Şu anda konumuz (transcendental appersepsiyonunun birliği sorunu) değil. Zamanla geri dönmeye, üzerinde düşünmeye çalışacağız.


An'ı yaşamak, şimdide yaşamak farklı, "hemen şimdicilik" farklı. Herşeyi hemen yaşama ideolojisi, geleceğe emek vermemeyi, şimdiyi tüketmeyi, birikimi, hazırlığı, emeği, çabayı, daha iyi tesadüfleri, rastlantıları, gelecekteki imkan zincirlerinin farkında olmayı bir kenara itmeyi gerektirebiliyor. Yanılsama ya da bir gerçeklik duygusu olarak yarına "diş geçiremeyecek oluş"un, çaresizliğin de ifadesi, bugüne sarılarak, mümkün kontrolü de elde tutma çabası.


"Bugün!" dememiz ahlaki sorumluluğu ertelememe anlamında aslında. "Doğru iş yapacaksan, adil olacaksan, eziyet etmeyeceksen, barıştan yana olacaksan neden hep bir yarına erteliyorsun!" da demek. Bu anlayış, emeği çabayı, aklıselimi reddetmiyor. Beklemeyi, birikimi, örgütlenmeyi, aceleye getirmemeyi, ezbere konuşmamayı, paldırküldürcü olmamayı reddetmiyor.


Bugünün populerkültürel şimdiciliğini, ahlaki anlamda risk almayı, fedakarlığı, haysiyetli davranmayı ertelememeyi öneren şimdiciliğiyle karıştırmamak lazım.


Yarına ertelememek, herhangi bir anlamıyla "hayatını yaşamak" değil. Sadece sorumluluğunu taşıdığımız, omuzladığımız, hesabını verdiğimiz ve vereceğimiz bir hayat olarak hayatımızı yaşamamız söz konusu edilebilir bu anlamıyla.


Yemek, içmek, hacet gidermek değil söz konusu edilen: İnsanlığımızı unutmamak, insanlığın bugünü olduğunu unutmamak.


Her bugün'de, imkânlarımızdan yola çıkarak yaşarız. Bugün an demek değil. Bugünde yaşamak anda yaşamaktan farklı, bunu da not edelim.


Bugün an'da ve anında yapamadıklarımızı da kapsıyor. Elimizdeki gerçekleştirmeye çalıştığımız herşey bugüne, bugünümüze ait. bu anlamıyla, gelecek için hazırlıklarımız, gelecekte yapacaklarımızın önemli bir kısmı bugüne (de) ait.


Bu anlamıyla "bugünü yaşamak", "bugünde yaşamak", daha kapsamlı bir bugün anlayışının ifadesi. İnsan hayatının bugünü, bugündeliği, toplumsal hayatın içine kazılı bir anlayış gibi görünüyor ve bugün düşüncesine süreçdışılık sorunu yaşatmıyor.


YARIN KAYGISI. Herkes "yarınlar bizim!" demiyor. Yarınların güzelliği ya da zamanların bozukluğa, çöküşe gidişi iyimserlik kötümserlik ifadeleri olmasa da, yarından vazgeçmişlik bir hayat ve hayatlılık ifadesi değil.


"Zamanlara" çürüme yazma, çoğu kez çürümeyle ne kasdediliyorsa onu red. Zamanın getirdiğine isyan olmayabiliyor, ama bir itirazı da büyütme, mayalama işi .


Gelecek güzel demek de, insanlığı güzel günlerin beklemesi olmayabiliyor. İnsan, kendi parlak geleceği kariyeri, koparabileceğinden bahsedebiliyor.


Gelecek güzel ya da çirkin olabilir şu ya da bu ifadede. Ezbere anlamanın, açıklamanın bir anlamı, anlam kaygısı, anlama derdi yok.


"Gelecek korkunç!" diyen bir insan, insanlığı güzel günlerin beklediğini ama kendisine bunda yer olmadığını düşünebilir. Ya da tersi.


Değişik dönemlerin, değişik duruşların, değişik kaygılardan bakışın çoğulluğunda sorunlara/kavramlara/ifadelere yaklaşmak, anlamaya çalışmak gerekiyor.


Dışavurumları, his ifadelerini, hayata sindirilmiş anlayışlarla da karıştırmamak gerekiyor.


İster yorumcu, ister telekulakçı, ister açıklamacı, isterse de ezberci olalım, her ifadeyi bir iddiaya bağlamamak, her ifadeyi sorgulama nesnesi yapmamak lazım. Anlamaya çalışma konusunda elbette daha esnek şeyler söyleyebiliriz. Her ifade anlamaya açıktır, ama her explicit analiz ve eleştiriye, hukuksal ve polisiye tedbire açık değildir. (Eleştiri ve analiz konusundaki vurgum anlama kaygısının analitik ve eleştirel bir çaba olduğunu reddetmiyor.)


Dışavurumların yargılarla özdeşleştirilmesi, iddia olarak okunmaması gerekir.


Ekspresiviteye insanlık kaygısı ile yaklaşabiliriz sadece, öyle değil böyle dememizin alanında değil insan ah'ı, neşesi, kaygısı, paylaşım'ın alanında. Anlamsızın alanında değiliz. Anlayabiliriz. Anlayamıyorsak, açıklamaya çalışabiliriz (öncelikle kendimize). Bağlamından kopardığımızda ekspresyonları sloganlaştırırız.


Bireyci, insanın insanın kurdu olduğu bir paradigmayı anlayışla eleştirebiliriz. İnsanın toplumsallığını savunmak, insanın ifadesini kullanmamakla başlar.


Anlayış panik, ahlak satışı, dersini verme, bilimsel yaklaşımlı sömürgecilik işi değil.


Karamsarlıklar, iyimserlikler ufku açık olan kimseyi önce kendi ezberine, gördüğünü gözden geçirmeye yöneltir.


Öğreniriz. Öğrendiğimiz öğretir, öğretecekse.


BİR TASARIM OLARAK YARIN/GELECEK. Uğruna çalıştığımız çabaladığımız şey değiliz henüz. Olmaya çalıştığımız, uğruna ter döktüğümüz şey değiliz. Varlık ve Hiçlik'i (Sartre)hatırlarsak: (Henüz) olmadığınsın, (şu anda) olduğun değilsin.


İnsanın hayat tasarımının, kendisine sömürgeci bakışa itirazının açık ufku, geleceğe yönelmişliğinde.


İnsan bir gelecek de. Hem bir geleceğe atıfla kendisini savunuyor/eleştiriyor, hem de bugünü bir geleceğe yönelmişlikle yuğrulu.


Gelecek bir hayal, ütopya değil, bir yönelme, yönlenmenin gerçekleşmesi hayat bulması da.


Ütopyaların gelecek tasarımında etkisi doğrudan ve zorunlu değil. Habermas'ta, örneğin, iletişimin, anlama anlaşmanın mümkün olduğu bir regulatif ütopya. Bu sayede anlıyor anlaşıyoruz. Anlama, anlaşma mümkün ,çünkü insanlar söylediklerini kastdiyor, kasdettiklerini söylüyor, Konuşma, göründüğümüz gibi olmamız, olduğumuz gibi görünmemizin alanı bir başka deyişle, bir başka bakıştan.


Gelecek tasarımı olarak ütopyaların ise, insan teklerini dışladığı ya da çiçeklendireceği ezbere değerlendiremeyeceğimiz dünyaların ve dünya anlayışlarının ifadeleri.


Efendim. Kısa kesiyoruz. Çalıştığımız konulardan uzaklaşmamak için. uykusuz yazıldı, ve düzeltilemedi.

7 Haziran 2009 Pazar

Habermas - Gadamer Tartışması: Kitap


Yorumbilgisine zamanında öncelik vermiş bir yayıneviyle yaptığımız sözlü anlaşmaya göre 10 Eylül'e kadar Habermas-Gadamer Tartışması üzerine bir metin teslim edersem, Ekimde yayınlanacak (yayımlanacak?). Hacim üzerinde de 120-200 sayfa arasında anlaştık. (Yayınevine göre 200 civarı, benim verdiğim söze göre 120-200 sayfa arası).

Metin kuramsal felsefenin dili ile yazılacak.

Ağırlıklı tartışma gelenek, praksis, fronesis, konuşma, ideoloji, arkaplan, ufuk, eleştiri, anlama, anlaşma, tarihsellik, zaman kavramları üzerinde olacak gibi görünüyor.

İlk baskılar tartışıldıktan sonra (özellikle okuyucu panelleriyle ve öğrencilerimle) açıklayıcı, genişletici, temellendirici metinler eklenecek. Bunların bir kısmı soru cevap biçiminde olacak.

İlerideki baskılarda kısa bir yorumbilgisi sözlüğü de eklemeyi düşünüyoruz. Doğu batı sorununu ilgilendiren, dünyanın entellektüel bütünleştirilmesini içeren kısımlar da şu anda kaleme alınmayacak.

Gözdengeçirilmiş baskıda tartışmayla ilgi kapsamlı bir eleştirel bibliyografya da eklenmesi söz konusu olabilir.

Türkiyede Habermas Gadamer tartışmasının algılanışını değerlendirmeyi şimdilik düşünmüyoruz.

İlk elde tartışmanın gerekçeleri, geçerlilik alanları ve iddiaları daha önemli.

Bundan önce sözlü olarak sunabildiğimiz, tartışabildiğimiz konuyu kaleme alabilecek, yayına hazırlayabilecek imkanlarımız olmadı. Yine işten güçten yazma fırsatını bulamayabiliriz. Ama, geçim derdidir yorumbilgilerinin anası:)

Metinleri metinlere bağlayamıyorsunuz eskisi kadar belki, ama, tecrübe(den), hayattan okuyorsunuz bir ölçüde.

Tüm metinleri yeniden gözden geçirecek zamanı bulamayacağım aşikar. Konunun kendisi ve hakikatiyle sınırlı, kısa ama yoğun bir metni sunabilmek ise şartlarımı zorlayıcı ama mümkün.

Duyuruyor ve kendimizi bağlıyoruz.

Ağzımızdan çıkanı yapma gayretinde olduğumuz ve yalançı çıkmaktan hoşlanmadığımız bilindiğinden dolayı, niyet ifşasıyla işe başlıyoruz:)

Bakalım "eylülde gel"e cevap verebilecek miyiz?

Darısı, "Yorumbilgisine Giriş" ya da "Anlamanın Ahlakı"na.

Biz akademiden uzak tutulduk. Ya da bunu göze alabildik. Temizlik, hamallık yaptık. Yaşlılara baktık. Taksi sürdük. Dik ve bağımsız durduk. Hapisanelerde, işkencehanelerde kırılan bir nesli, kendi adlarına konuşanlanlarca engellenen, dağıtılmayan, basılmayan, yayınlanmayan, konuşturulmayan bir nesli arkamzıda bıraktığımız kitaplar konuşur bir gün.

Yazabilirsek. Zaman bulabilirsek. Nasipse.

Hakikatle ve ve hakikatlilikle. Yanılarak. Sınanarak. Didinerek.

8 Mayıs 2009 Cuma

"Empati Yapmak"mış !


Husserl öznelararasılık sorununu kurcalamaya neredeyse ömrünün yarısını verdi. "Kartezyen Meditasyonlar"dan "Kriz"e giden yolda nelerle boğuşmadı.


İntersubjektivite ya da Öznelerarasılık üzerine düşünmek başkaları ile birlikte oluşmamızı, başkalarının beni sorununu, ben olma sürecini, bilgi öznesi sorununu incelemeyi gerektirdi bugüne kadar. Epistemolojinin (bilgiteorisi) bilgi sosyolojisine, bilgi sosyolojisinin sosyolojik sosyal psikolojiye meyletmesinde hem bu felsefî çabaların hem de insan ve toplum bilimlerinin (manevîbilimler) bağımsız gelişimlerinin etkisi oldu.


Bilgi sosyolojisinde, toplumkuramında, modern epistemoloji ve felsefî lingvistik'te intersubjektivite "konsensus"un, toplumsallaşmanın, ahlak ve hukuk felsefelerinin geçerlilik, gerekçelendirme alanlarına, dünyalarına da işaret eder.


Aşkın (Transcendental) Öznenin yolaçtığı sorunlar (burada ele almak imkansız); dil teorilerinin aksaması; ortak değerler, ortak gelişme, gelişmenin ontogenetik'i ve filogenetik'i, kültürler içinde yaşama, hayat tarzları, paradigmatik çerçevelerden farkındalığın oluşmaya başlaması ile çeşitli biçimlerde ele alındı.


Husserl, kabaca özetlersem, ve "Kriz"deki hayat dünyası kavramınına giden arayışı ihmal ederek söylersem, "ben"in kendinden farkındalığını anlayabilmek/açıklayabilmek için "başkası"nın varlığını öngördü. Bu "başka ben" nasıl bir "başka", "başka ben"lik nasıl kendisini bana açabilir? Başkası olmasa kendimin farkında olamam sözkonusu iken, başkasının beninin benim benim gibi bir ben olduğunu nasıl anlıyorum, biliyorum? Kesinlik sorunları, kartezyen sorular, universalite üzerine çırpınmalar içinde Husserl'in "empati" kavramına başvurduğunu görüyoruz. ("Empati"nin de bir tarihi var elbette, ama "empati" yapmak tuhaf bir biçimde Husserl"e ve Husserlden etkilenmiş psikolojiye gönderme yapan bir popüler hibrid-deyim.)


Başkasının beni ile ilişkiyi, kendi özelliklerimi ona yazmam, (ve onun özelliklerini bana yazma) biçiminde temellendirmek bir takım teknik sorunlar çıkaracağından (geçerlilik,temellendirme açısından) analoji olarak ifade etmediğini düşünüyorum. Empati, kendini başkalarının yerine koyma, başkalarının dispozisyonunun yerine koyma çabası, işlemi, süreci idi. Kesinlik içermeyen ama, temellendirilebilir, fenomenolojik çalışmaya açık bir açılış.


Empati ile Husserl açıklayabileceğini açıklayamadı, ama "hayat dünyası" gibi bir açılıma kadar da düşüncesini ilerletti. (Husserlde aslında tek bir hayat dünyası kavramı yoktur!)


Heidegger'de "oradalık", "buradalık", "fanilik", "tarihsellik" gibi kavramların daha da temellendirildiğini gördük. "Hayat dünyası" kavramında da dar ve geniş anlamlarında ayrışmaya başladığını gördük. "Empati" kavramı kurucu rolünü yitirse de, psikolojide başkalarına acıma hissi olmamadan tutun da, başkalarını düşünmemenin duruşunu adlandırmada imkânlar sağladı.


İntesubjektivite sorunu sosyal psikolojide Herbert Mead ile "play", "game", "I", "me" gibi kavramlarla sorgulandı. (Freud'un "ego", "superego" kavramları, Mead'deki "I/me" ile paralel.)


Bşkasının beni ve "sosyal ontoloji" konusundaki en kapsamlı çalışmalardan birisi Theunissen'in "Der Andere"/"The Other" adlı çetin kitabıdır. Husserlden Heidegger, Sartre, Buber, Tugendthat, Henrich'e kadar izlenen stratejileri, sorun çözme çabalarını ve bir yerde tıkanmayı yorumlar.


Habermas'ın "İletişimsel Eylem Teorisi"nin ikinci cildinin yine çok çetin bir metin olan ilk yüz küsür sayfasındaki intersubjektivite teorisi de son dönemlerin en ciddi çalışmalarından birisi. (Müsaadenizle bir de bu konuya girmeyeyim:)) Bence bu kısım Gadamer'in yorumbilgisi kadar önemli.


İnsan dururp durup "empati yapıyorsa", duruşunda empati yoktur. Hayatında başkası yoktur. Bazan aklına gelir. Sonra işine, "yalnızlığına" döner. Bu imkansız yalnızlık, olsa olsa, yarım gelişmenin, kişiliksizliğin, bireyselleşmemenin ifadesidir.


"Birey kapitalizmle ortaya çıkar" lafzını da unutun bu arada. Bireyselleşme başkarından ayrıldığımız yanlarımızın gelişimi, kişiselleşme başkalarıyla ortak yanlarımızın gelişimizidr. İnsanlık tarihi kadar eskidir.


Bireysellik de kişisellik de aynı sosyalizasyon sürecinde içiçe gelişir. Ayrımlar sadece analitiktir.


Kendini başkalarının yerine koymanın "dasein"dan , sosyolinguistik'ten analizleri de mümkün. Empati, varsa, bir sosyalleşmede orataya çıkıyor. Durup durup empati yaparsak, kişiliksizlikten konuşmuş oluruz.


Bizde bu süreç, örneğin Mesnevî'de "aşk" kavramının ele alınışında gizlidir. Başkalığın önünde eğilmeyle başlayıp, aşk'ın insanın kendisine yönelmesi süreci üzerine pek tartışılmaz. İlahi aşk, dünyevi aşk kavramlarının dışında, aşkın (transcendental) olmayan kurucu bir vurgu ile ele alınır.


Mevlânâ, çocukta akıl gelişiminin oyunla olduğunu düşünürdü. Sosyalizasyon süreçleri ile aşk'ın intersubjektif hareketi birbirine rakip ya da birbirinden kopuk anlayışlar değil.


"Empati yapılmasında" Mevlânâ döneminde olunsaydı bir "aşksızlık", "bitmemiş çocukluk" görülürüdü sanırım.


Uzatırsak, daha da "dogmatik" bir yazı olacak, hangi birisini temellendirebiliriz ki, hiçbirşeyin tartışılmadığı bu entellektüel buzul ve cilalı imaj çağında!

8 Mart 2009 Pazar

Burada'm Yoksa Orada'm da Yok !

Ne kadar kendimizsek, o kadar genişleyebiliyoruz. Önce kendimizi reddetmememiz, kendimize ve başkalarına yalan söylemememiz, yani yalanla yaşamamamız lâzım. Başkalarıyla ufuk kaynaştırmak, kendi ufkunu başka ufuklarla açmak için kendi sorumluluğunu taşımak, kendine aktarılmış olanı, kendi cebindekileri, üzerine yetiştirildiklerini bir basit tanımla, ezbere bir evrensellikle atamayacağımızı bilmemiz lazım.

Tümüyle bize saydam olmayan arkaplanımızı çıkarıp attıracak hiç bir kabuk değiştirici yok. Bir kerede eleştirip kurtulmamıza imkân sunacak bir duruş da. Hakikate ve eleştiriye açık duracağız, insanlığa açık olacağız, ama bir dille, bir kültürle, bir yerlerde yetiştirilmişlerden de olacağız.

İnsan olmak, bir yerde yerleşik olmak bir yanıyla. Diğer yanıyla bir orada, ötede oluşu farketmek. O kardeşin de, bir yabancı da olabilir. Ona katılmak, ondan olmaktan çok, onu anlamaya, onunla anlaşmaya başlamakla genişleyen bir ufuk içindeyiz.

Anlamayı, yani anlaşmayı öğrenmekle başlıyor her şey. Nerede mutabık olmadığımızı bile anlamamız, anlama ve anlaşmadan, Efendim. Arzeyleriz halimizden, gece düşümüzden, gündüz hayalimizden.