21 Temmuz 2009 Salı

"Canım İsteyince Konuşurum" Demek


"Canım İsteyince Konuşurum" demek, konuşmanın deklaratif, ders verici, bildirgemsi, asimetrik bir ilişki olduğunu düşünmenin eseri. Karşı taraf dinleyecek. Kendisine izin verildiği kadar dert anlatacak. "Canı isteyince konuşan"ın gündemiyle, keyfiyle sınırlı kalmak şartıyla, genellikle.


"Canı isteyine konuşan", konuşmanın bir açıklık, yanaşma, yakınlaşma, sıcaklığı tavda tutma işi olduğunu düşünmüyor. Onun için kayıp zaman olsa gerek, alakalı alakasız sohbet, değiş tokuş, hoşbeş, hasbıhal ediş.


Canı isteyince konuşan karşı karafın da canının isteyip istememesi meselesine karşı bir deklarasyonda bulunuyor: Öncelik kendisinde. Gündem kendisi. Öyle oldu, kabul gördü diyelim, konuşmayı bir yazılı metin tamamlanmışlığında görüyor, söylüyor, dinlenecek, anlaşılacak. Soru cevaba açık değil, zevkler renkler tartışılmaz, sen bana karışamazsın, bu böyle şu şöyle kelamı, eğer konuşma o kadar yönlendirilebilir olsa.


Konuşma hep yönlendirilmişliğinden çıkma eğilimindedir. Konuşmanın "konuşmaya dönüşmesi" değil de bildiri mahiyetinde devam etmesi halinde, yani keyfince konuşanın başarılı olduğunda konuşmanın bir özü, bildirisi var. Bu dercede katı bakan konışmaya, konuşmayı bilmiyor demektir, bir bildirisi de, özlü bir sözü de olamaz gibi görünüyor. Başarılı olduğunu düşünelim. Şunu dedi, şunu dediniz, evet, ya da hayır. Mesele kapanmıştır. Tartışılacak bir şey yoktur.


Kısa, az öz konuşmak, en dağınık konuşma sürecinde bile bir şeyi etraflıca olmasa da özüyle ifade etmeyi becerebilmek, konuşmanın nasıl bir süreç olduğunu, alışverişin nasıl yürüdüğünü, karşı tarafın bir konuşma ortağı olarak "nasıl, nerede, ne şekilde duruduğunu"nun çıkma sürecinde iddia gerekçelendirilebildiğini bilir. Genel temellendirmeler ve gerekçeler, herkes için az çok işleyebilecek rasyonel temeller yine insanlığın sohbet, konuşma, anlaşma sürecindeki işleyişlerine dair tecrübe sahibi olma işi. Kısaca söylediğiniz işlemeyebilir, sonra tartışmalara yol açabilir, bunlara hazırsınızdır, ama o anı, şartları bir bildirme ile, ilk tepkilere yön verici temellendirmeler ile, geçici geçerlilik iddiaları ile geçiştirmek durumundayızdır. Bu geçiştirme bir keyfilik, alelacele ifade içermek zorunda değildir. Anlaşmanın bir süreç olduğunu, anlama ve anlatmanın bir konuşmada, soru cevap ilişkisinde, eleştiri, karşı çıkış, kendisini ve fikrini yerleştirme, ufukları birbirine yakınlaştırma, birbirinin pozisyonlarını yakalama olduğunu düşünmeden, kavramadan kısa ve özlü bir iletişimsel etki bırakmak mümkün değil. Bu etki, yarım kalmış, tamamlanacak, ama belki de tamamlanmaya hiç zaman bulunamayacak şartların iletişimi olabilir.


Konuşmayı açık tutan bir tavrın sahibi olmak, karşısındaki insanı tanımak, ifade tecrübesi, insan bilgisi, ufuk kaynaştırmalarına yatkınlık, karşı tarafı ezbere olmayan bir biçimde hesaba katabiliş zamansızlığın, konuşma sürecini kesmenin veya ertelemenin asıl sürecin yerini alamayacak ama özünde diyalogcu bildirimleri sunup kaybolmayı göze almayı kolaylaştırabilir. Bu etkin oluş sanılabilecek hülasacılığı ve bildirimciliği anlama sürecinin ve anlaşmanın kendisinin yerine ikame etmeden, elbette ki.


Konuşma bir süreç. Yazılı metinde de, konuşmada da olmuş bitmiş, dondurulmuş ifadelerle değil, konuşma içerisinde konu üzerinde bir ayar tutturabilmekle anlama, anlaşma sürecini derinleştiriyoruz. Yanlış formulasyonlar dahi, konuya açıklık kavuşturmaya neden oluyor. anlaştığımızda, konuyu anladığımızda birbirimizin aynısını düşünmüyoruz. Özdeşleşmiyoruz. Gerekçelerimizi, beklentilerimizi, karşımızdakinin neyi neden istediğini üzerinde anlaşabilcek şekilde birbirimize ve üçincü şahıslara ifade edebiliyoruz. Bu noktada, katılmama, farklı yerde durma dahi bir yakınlaşma, ufuk kaynaşması, birbirini anlamaya açılan iki ufuğun taşıyıcısı, yada ufukların taşınanı olma halindeyiz.


Metin okuma da bir konuşma süreci, bu anlamıyla. Konuşanlar, buluşanlar, değişik zamanların, dillerin, değişik dil kullanım topluluklarının da üyeleri olabilirler.


Okuduğum metinle, çağ atlatmıyorum, zamanda yolculuk yapmıyorum. Buluşan iki ufuk, en azından iki anlayış tarzı. Bir göreli, geçici geçişlilik oluşuyor, ve ufuk kaynaşmasının, kendimizi aşmanın, genişletmenin, kendimize daha eleştirel bakabilmenin kapıları aralanıyor. Bir kurtulmuşluk, tüm zamanlar için anlayıcılık biçiminde değil, halden, halimizden, o anki birikimimizden, yaklaşımımızdan, şartlarımızdan bakarak.


"Canım isteyince konuşurum" değil de, can istemeyince konuşma da konuşma olmuyor denmesi daha az dayatıcı, daha az bireyci, daha az deklaratif, daha az monologcu.


Konuşma can istemesiyle olmuyor, gerekirlikleri, gereklilikleri var, problem çözme, iletişimi açık tutma, karşı tarafın acil gündemine açık olma gibi nedenlerle.


Konuşma, "can istememesiyle" muhakkak başarısız olmuyor, ama, bunu konuşmanın şartı göstererek karşı tarafın ortaklığını reddetmişlikle konuşmada/konuşmaya pozisyon aldığımızda, gündemdeki açıklık, ve alışverişteki akış monologcu bir duruşca abluka altına alınıyor.


Konuşmanın zevk işi olması, keyfin de konuşmaya yatkın olması, karşı tarafın isteksizliğinde zorlayıcı olmamak karşı çıkılacak şeyler değil.


Diyaloğun yapısını reddetmek, monologcu bir interaksiyon şeması ile gelmek başka, susmayı seçmek, konuşmaya o an yatkın olmamak başka.


Kapısını çaldığımız insana yana yakıla dert anlatıyoruz. Anlaşıldığımızı düşünürken, karşı tarafın hali, hukuku, keyfi pek hesapta yok. Kaç defasında karşı taraf konuşmak için yanıp tutuşuyor ki? Sadece açık durmanın bir külfet olmadığını düşünüyor, külfetse dişini sıkıyor, komşusunu uçurumdan, yolda kalanı çukurundan alıyor. Ya onun uçurumu? Çukuru? Buradaki anlaşılmış olma bizim monologcu başarımızın, işi değil. evet, biraz medeni cesaret gösterip kapı çalıyoruz. Ama, kırılan vazoyu yapıştıran insanlık kapıyı açan taraf.


Dinlemenin, anlamanın hep külfet gibi sunulması da ayrı bir sorun. Külfet olduğunda dahi bir gerekirlik, ama, bir iletişimsel acil servis işletmiyoruz, her daim de kapımızda birileri dert anlatabilmek için beklemiyor, o kadar zor durumda değiliz, yakınıp duracak.


Dinlemenin anlamanın, başkalarından öğrenmeyi de kolaylaştırması söz konusu. Başkalarının yanlışından, doğrusundan, deneyiminden, birşeylerin yapılmaması ve yapılması halindeki oluşum zincirlerini, değişimliliği, değişkenliği; eyleme ile çeşitli şartlar, kurallar, talepler, beklentiler arasındaki alışverişelere daha esnek bakmaya başlıyoruz. Zorlama formüller ve teknik bir uygulamacılık yerine şartlarda, durumlardaki şekillenişlere, kayışlara, şekillenişlere dikkatimizi veriyoruz. Kontrollü bir fizik deneyindeki sonuçları beklemiyoruz, eyleme alışverişini, zincirlerini, olay akışlarının niyetimizin dışındaki şekillenebilişlerini görerek, daha yüksek bir tecrübe ile, dah yüksek bir tevazu ile, daha etkin bir devamlılıkla, diğer aktör ve şartları hesaba katabilirliklerle eylemelere hazırlanıyoruz. Eylediklerimizin sonuçlarını takip etmeye, beklemediğimiz sonuçlara hayal kırıklığı ile değil esnek, insani bir insiyatif ,le yaklaşmaya başlıyoruz.


Dinleme anlama, hayata tanık olmanın bir başka yanı. Başkalarının deneyimlerinden öğreniyor ufkumuzu genişletmenin yolun açılıyoruz.


Konuşmaya zaman, istek, hal, ortam olmayabilir, ama, anlama ve anlaşmanın yurdu konuşma. Bildirim hakiki bir konuşmanın ortaklığında da söz konusu olabilir. Konuşmayı dayatmanın bir biçimine indirgemek, iletişimin değil savaşın kanallarında anlaşma aramak şaşırtıcı.


Savaşlar anlaşmayla sonuçlanabilirken, anlaşmayı tek yanlı sunucu ve dinleyiciliğe, ufuk perojeksiyonlarına indirgemek, hayatı barış anlaşması olmayan bir savaşın alışveriş alanına çevirmek, bireyciliğin imepatiflerinden bile ilkel, haksız ve hukuksuz.
(bitmedi, düzeltilmedi, online yazıldı, hatalar mutlaka vardır)

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Oku!


"OKU!" dendiğinde bize, okuyoruz, dinliyoruz, dikkat ediyoruz, dikkatimizi veriyoruz, kulak kabartıyoruz, elimizdeki metinin ya da karşımızdaki insanın bize diyeceği birşey var diye düşünüyoruz, başkalarından öğreniyoruz, başkalarının tecrübelerinden öğreniyoruz, okumanın/dinlemenin bize öğrettiğini düşünüyoruz.


"Oku!"ya her cevap verişimizde "okuma"dan anladığımız birşeyler var. Okumanın ne olduğuna dair bir fikrimiz var. Okumak kazanılmış bir teknik değil, şöyle okumak böyle okumaktan bahsetmiyoruz, okumak, teknikleri de olan ama bir teknik olmayan, tekniklere indirgenemeyen bir eylem, iş, hareket.


Okumanın nesnesi bazan bir metin, bazan bir durum, söz, fikir, hikmet, hakikat, ifade, önerme, hayat.


Okuma bazan bir konuşma, sohbet. Bazan bir boğuşma, cebelleşme. Öncelikle insanın kendisiyle hesaplaşması. Ya başlangıçtan, ya okuma sürecinde, ya da sonuçları itibariyle.


Sömürge valisi gibi okumuyoruz. Metin düzeltmiyoruz. Kendimizi düzeltiyoruz, öncelikle. Karşı tarafa itiraz, aynı zamanda bir sorumluluk deklarasyonu. Bir hakikat iddiası. bir hakikatliliğin, bir başka hakikatliliğe (teorik, varsayılan ya da reel/gerçek) iddia sunması, bir "hayır, öyle değil böyle"ye, itiraza açık duruşu. Ya itirazı kabullenip anlayışını düzeltecek, ya da yeni bir itirazla anlamayı anlaşmanın derin teknesinde yuğurmaya devam edecek bir yükümlülükle/yükümlülükte söyleşme.


Okuyan insan, anlamaya, tanımaya, kavramaya, görmeye, hakikatin hiç bir yanını örtbas etmemeye çalışan insan. Açık insan, öğrenmeye, düzelmeye, hakikate açık duran insan.


NİÇİN OKUYORUZ? Anlamak için okuyoruz. Tanımak için okuyoruz. Malumat için. Bilgi edinmek için. Eğlenmek için. Can sıkıntısından. Kendimizi aşmak için. İnsan olma yükümlülüğünü yerine getirebilmek için. Alışkanlıktan. Sınıfta kalmamak için. Kültürlü sayılabilmek için. Başkalarından öğrenebilmek için. İnsanların iç dünyalarını, kendi seslerinden, birinci tekil şahıstan duyabilmek için. Bir hikaye ediş, edilişi merak ettiğimizden. Üçincü tekil şahıs'a içerden dışardan bakabilmek için. Kendimizi kavramak için. İnsanlığı kavramak için. Zevk aldığımız için.


Okumak bazan bir çile. İlmik ilmik, adım adım, yavaş yavaş, kan ter içinde. Çetin, kendisini kolay ele vermeyen bir düşünce metni okuyorsanız. Anlamak da her daim mutluluk işi değil. Anlamanın sevinci, anladığının acısı. Nereye varacağını bilemediğin bir yola düşmenin ürpertisi. alışkanlıklarını, kazandıklarını bırakarak. Ve asıl götürebileceklerinle giderek.


Niçin okuduğumuzu bazan bilebildiğimiz olur. Hatta, ne okuduğumuz hakkında bir fikrimiz olduğu da. Ancak, genellikle ne niçin okuduğumuzu bildiğimizi iddia edebiliriz, ne elimizdeki metnin ne olduğunu söyleyebiliriz, ne de ne anladığımızı.


Bir alanın açıldığını hissetmemiz mümkün. Bir tadı, duyguyu, hazzı, kaygıyı.,


Önceden duyduğumuz, okuduğumuz, gördüğümüzle bağ kurmanın, eskiye entegre ederken, eskiyi yenilemenin genişleticiliğini yaşamakta da olabiliriz.


Niçin okuduğumuz hakkındaki iddiamız, niçin okuduğumuzun nedeni, sebebi, çıkış noktası olmak zorunda değil. Bir açıklama. Açıklama çabası bile değil çoğu kez.


Niçin okuduğumuz üzerine düşünme okumanın ne işe yaradığına dair bir açıklama çabası çoğu kez. Okumanın ne olduğu ile ilgili değil.


Oysa, "Oku!"ya cevap verdiğimizde, okumanın ne olduğuna dair bir fikrimiz var. En azından kendimizce bir başlangıç yapabilecek kadar. Okumayı tanıyabilecek, genişletebilecek, hakikatine kavuşturabilecek, bitmeyecek, biteviye, tüketilemeyecek, son noktası konulamayacak bir faaliyete açılışın ilk titrek adımı olabilecek kadar.


Niçin okuduğumuz üzerine düşünmek, okumanın ne işe yaradığını anlamamıza vesile olabilir, evet. Ama, niçin okuduğumuza dair söylediklerimiz daha çok bir açıklayıcı, listeleyici.


Niçin okuduğumuz daha çok öznel, özgür, emancipe gerekçelerimiz. Toplumsal rolünden, üzerimize yıkılmış yükümlülüklerinden, seve seve üstlendiğimiz toplumsal yükümlülük ve alışverişlerinden kopardıkça okuma alışverişinden farklı bir şeyin, estetik hazzın, yaşantının bağlamında bir açıklayıcılık.


Okuma, yazma, sohbet, fikri alışveriş bir tad, zevk, incelik işi de. Niçin okuyorum bazan varoluşsal bir soru olsa da daha çok ve en fazla Kant Estetiğinin dünyasında anlam kazanabilecek bir sınırlılıkta. Oysa estetiğin öznelerarası dünyasında "okurken ne yapıyoruz?", "okumak nedir"lerle okumanın kendisini "tematize" ediyor, konu ediyor, mevzu edi(ni)yoruz.


"Okurken ne yapıyorum?"la "okuma"ya açılıyorum. Beni de aşan bir okuma olayına. "Niçin okuyorum?" listem, listelerimiz "zevkler ve renkler tartışılmaz"ın alanına temayül eden genellik gösteriyor. "Okurken ne yapıyorum?" ise genelliklere, ortaklıklara, kavramsallıklara doğru kayan bir özgünlük ve özel'lik gösteriyor.


Benim sorum, o halde, "niçin okuduğum" olamaz. bu yersiz br soru mu? Hayır. Cevabını bilmem ilginç olurdu. Bildiğim, tekil nedenlerle asla okumadığım. Bazan mecbur kaldığım. Bazan güle oynaya bir gerekçeyle. Ama hepsinde de, aynı sorumlulukla, yükümlülükle, ufuk açıklığıyla okumaya çalışıyorum. Ya da, okumaya çalışmaya çalışıyorum.


Okurken ne yapıyoruz? Okumak nedir? Ne okuyoruz? Bize üzerine tartışılabilecek, tartışma yükümlülüğü uyandırabilecek sorular. Okumayı buradan düşünebiliriz.


"Niçin okuyorum?"la daha çok bir niyeti niyetselliği yakalayabiliriz. Oysa okurun niyetini aşar okuma nedenleri. Niçin okuduğuna dair gerekçeler de niyetle örtüşmez. Gerekçelendirme, bir başkasına izahat, iddia temellendirme, bir başkasının anlayışına hitap, niyeti bir başkasının anlayışına aktarmanın dilini retorikte arayış.


Niyet eyleme dönüştürülebilseydi bile, okuma, teleolojisi olan bir süreç değil, bir karşılıklı etkileşme. Şunu, bunu yapmaya çalışmıyoruz, bir alışverişteyiz. Ya yeterince özgür olamadığımız, ya da başkasına/anlamaya açıklığın özgürlük olarak görüldüğü bir alışverişte.


NEYİ OKUYORUZ? Okumayı hep metinle sohbet, ya da metin'i dinleme olarak görüyoruz. Yazı, metin, söz ayrımı sabitleştirilmiş sözün ne olduğunu da düşünmeyi gerektiriyor. Sabitlenmiş metin, sabitlenmiş fikir fikri olgunluktan çok, anlamın olgunlaşmış haliyle son haliyle sunulacağını düşünmeyle de alakalı. Anlamanın bir dinamikte, sohbette, konuşmada, soru cevap diyalektiğinde, soru cevap akışında oluşacağını düşünmemekle de alakalı çoğu kez.


O halde, "neyi okuyoruz, okuduğumuzda aradığımız, bulduğumuz nedir, anladığımız nedir, nasıl anlıyoruz?" sorularını da sormak durumundayız.


Metin, söz, sabitlenmiş söz/fikir gibi ayrımlar kadar, "kainatı okuma", "yüz ifadesini okuma" gibi okumalardaki yazılı olmayan, önermeleşmemiş olan okumaları da ayrıştırabilmemiz lazım.


Her dilde ifade edilmemiş olan, dilde bir karşılığı olmayan, olmayacak olan değildir. Burada dilin, hakikatin, diskursivitenin de özellikleri üzerinde durmamız gerekir.


Ancak, yüz ifadesi okurken bir ekspressivite, dışavurum söz konusu. Kainat konuşurken, kainat kendisini ifade ederken bir canlandırma yaptığımızdan değil, dışavurum yazdığımızdan değil, bir anlamaya açılıştan, içinde sınanmaya açılışımızdan bahsettiğimiz için böylesi bir edebi dille konuşuyoruz.


Okumaktan da çetrefilli olan, okuduğumuz, okunan, okunacak olan.


Okumak nedir? Nasıl okuyoruz? Ne okuyoruz? Okuduğumuzda ne oluyor? okuduğumuzda bize ne oluyor?


Hocamız bize "tamam güzel de bu metni niye okudun?" diye sorduğunda, "şunun için, orada şunu şunu aradım, şu kaygıyla" diyebiliyoruz. O metni niçin okuduğumuz, o metnin okunmadan geçilmeyeceği bir diskurda oluşumuzdan da olabiliyor. O halde bir bağlam gerekçesi olarak niçin okuduğumuz da, her somut okuma sepetinde anlamını, zorunluluğunu koruyor da.


(uykuyla bu kadar)