24 Mayıs 2008 Cumartesi

Gelenek, Yorum, Eleştiri, Ezber Üzerine Kolay Cevaplar

Konuya hemen girelim Efendim: "Olmuş bitmiş"ten bize ne?

Olmuş bitmişten kime ne? Olup bitenin arkasındakine aldırmayanın düşüncesinden bize ne? Bize spekülasyon, istatistik, şık kuramlar, kitapları kitaplara bağlamalar lazım değil. Ne olup bitiyor? Söz konusu olan ne? İnsanlığın derdi, dertleri ne? Neden böyle oluyor v.b.? Bunlar daha önemli.

Açıklama da gerek topluma, buna itirazımız yok. Şu yaş grubu ve şu meslek grubu şuna temayüllü. Pedofillerin gelir ortalaması bu. Tinercilerin evlerinin oda sayısı şu. Hatta tipik tinercinin muhtemel boy uzunluğu şu. Bunlar bir bilgi verse de, anlama, mesele etme, dibine inme ile alakalı değiller. Dibe iniş de ne kadar mümkün ayrı konu.

Geçmiş geçmişte kaldı cancağızım, güzel şeylerin müzeciliğiyle uğraşmanız romantik bir şey, hoş bir şey ama, neden hayaletlerle uğraşacağınıza "tarih yazmıyorsunuz", yani dünyayı değiştirmiyorsunuz?

Çok hoş, hoş da, külliyen boş. Dünyayı eskiden anlar ama değiştirmezdik. Şimdi ise değiştiriyor, ama anlamıyoruz. Değiştir ama adaletsizliğe, değiştir ama hukuksuzluğa, insiyatifsizliğe, teslimiyete, anlayışsızlığa, akılsızlığa, ahlaksızlığa doğru değiştir? Değiştirmenin ne özelliği var, ne ilginç yanı, her cahil bir şeyleri dümdüz ediyor, su akıyor, zamanlar değişiyor, ömür geçiyor, şartlar, bağlam değişiyor. Değiştirmeyi özel yapan ne? Yanlışı, zulmü, adaletsizliği, ahlaksızlığı, yalanı, talanı, zorbalığı kaldırmaksa değişme, değiştirme kendini düzeltmekse, hatalarını kavrama, hatadan öğrenip tekrarlamamaksa kim değiştiriyor? Ne değiştiriliyor? Üniversitelerimiz de fikir alışverişinin alışverişe kaydırılma alanına dönüşmedi mi? Fikir sahiplerine ne zamandan beri saygı gösteriyoruz? Kimi dinliyoruz? Kime söz hakkı veriyoruz? Neyi anlıyoruz? Neyi eleştirdik eleştiriyoruz?

İçinde yaşadığımız toplumun neyini anlıyoruz? Elimizde zamanla değişen şeylerin listesi. Gidişatın yönlerinin sabitleştirilmesi, istatistiki olanın kanunlaştırılması, olası olanın kanunlaştırılması. Şemeya uydurulacağını düşündüğümüz bir toplum. Şematizmin, ideolojinin dili. Kurallara pek uymadığından düşman olduğumuz, ilkel bulduğumuz, uygarlaşamaz sandığımız toplum. Ve elbette uygar oluşun kriterleri. Bize benzeyecekler. Tanrı insanları "aydın"ın suretinden yarattı sanki.

Geçmiş geçmiş olduğundan önemli diyen kim? Hatta hiç bir şey bugünü kavramaktan öncelikli değil de diyebiliriz, neden olmasın? Ama bu bir analitik önerme. Anlama daha farklı, daha renkli bir tecrübe.

Geçmişte olan bitenin etkisi devam ediyor. Bazan geçmiş, geçmişte eylenen halen yolda olan, sahibini bulmamış, açılmamış mektuplardan ibaret. Geçmiş geçmişte kalmıyor kolay kolay. Yerleştirilenler de, tanım değişiklikleriyle, ben artık buyum şuyum demelerle olmuyor. Kırk yılın rahibi dinsiz olduğunda, ya da kırk yılın pozitivisti yorumbilgisine iman edince değişen fazla bir şey olmuyor. Ta ki, insan taşıdığına tümüyle hakim olmadığını kabul edene, gelenek eleştirisinin bir kerede yapılıp bitirilebileceğini düşünecek kadar naif olmayı şeçmeyene kadar. Ne arka planımıza tamamen hakim olabiliriz, ne de anladığımız tüm zamanlar için bir kereliğine yapılan, ve tartışma götürmez, gelecek çabaları gereksiz kılacak bir faaliyet olarak görülebilir. Ufkumuz her daim sınırlı, tarihselliğimizle, yerleşikliğimizle, eldeki verilerle. Daha olup bitecekler var, bugün kötü sandığımızın iyi yanlarını açığa çıkaracak olan, ya da tersi. Şarlatan sandığımız bir bilim adamını dahi ilan edecek olan. Ve tersi.

Gelenek, kendisinden kurtulmak isteyenin de arkasında, istemeyenin de. Geleneğe dikkat etmek, muhafazakârın da işi, eleştirel düşünenin de. Akışa kendini bırakanın merak edeceği bir şey yok, olmamalı sanırım. Meraksızlık bazan, bazı alanlarda verimli de olsa, bilimin alanında utanç verici bir şey olmalıydı. Meraksızlığın olumlu anlamları var hayatta. Bilimdeki anlamıysa, cehalete merak, cehalete sarılma demek.

Gelenekçilik ve örfe teslimiyete mi yol açar, Felsefî Yorumbilgisinin gelenek vurgusu?

Hayır Efendim, bilakis, gelenekçilik geleneği mesele etmeyişin ürünüdür. Gelenek, aktarılan her daim bizimle gelir. Dilimizle, ufkumuzla. Dili manipule etseniz, manipule dil olur, eleştirel dil, bilimsel dil olmaz. Eleştirinin yolu farkına varmaktan, ayırt etmekten, düzelirliği, düzeltebilirliği kabul etmekten, yanılırlığın ahlakına sahip olmaktan, yani hatasını düzeltebilirlikten ve insan kültürünü, örfünü kutsallaşturmamaktan geçer.

Gelenek hem taşınır aktarılır, savunulur, hem de elştirilir. İyi yanlarımız, birikimimiz binlerce yılın emeğiyle olur çoğu alanda. Eleştiri her işine gelmeyeni atmakla, savunu her kulağa hoş geleni takiple olmaz. Gelenek ille de peşiden gideceğimiz kılavuz değildir. Ancak, burada elimizde olan, kendini ele vermiş gelenekden bahsediyoruz. Yorumbilgisinin konu edindiği, kendini ele kolay vermeyen, tümüyle kendisine hakim olamayacağımız, dinamik ve değişen gelenektir, ufkumuzun bir parçası, ya da ufkumuza sinmiş olan, hatta bazan ufkumuzun kendisi olabilen.

Gelenek, örf olumlu anlamıyla da olumsuz anlamlarıyla da hem hayat hem de hayat her türlü alanında söz konusudur. Siyasi gelenek. Siyasetin arkasındaki örf. Spor yapma gelenekleri. Yeme içme meseleleri. Cinselliğe bakışlar. Serbest cinsellik bile çoğu kez bir gelenek: yani geleneğin kutsal olduğunu iddia eden zır cahildir!

Edebi gelenek(ler). Bilimdeki gelenekler. İnternet geleneği bile var artık. Örf ile gelenek aynı değil. Örf ve adet daha explicit anlamda kullanılıyorlar diyelim ve şimdilik tematize etmeyelim.

Gelelim dinin alanına. Örf dini, gelenek dinini eleştirenler bazan yorumbilgisini sadece ve sadece geleneklerden bakıyoruz dediğini düşündüklerinde bile reddetmeye kalkıyorlar. O zaman kendi bakışları, perspektifleri doğrunun kriteri oluyor. Bakışlarını kutsallaştırıyorlar. Bir gelenekten bakıyorlarsa, bu sorgususuz sualsiz onaylanıyor, hakim kılınıyor.

Eleştiriden kendini kaçırmanın anlamı yok. Bu faniliği, perspektifliliği, tarihte yerleşikliği, sınırlı ve sonluluğu inkar olur. Yani anlama insan anlamasından çıkarılır, ilahi anlama haline getirilir.

İster dindar, ister dinsiz, ister bilimci, ister bilim düşmanı olsun insanlar kendi ufuklarını sorgusuz sualsiz dayattıklarında, tartışmaya açmadıklarında, ideoloji ile iştigal ederler. Belli ölçüde hakikatlilik hiç değilse biraz konuşabilmek için şarttır. Hakikati temsil ettiğini iddia eder bütün ideolojiler ama kendilerini tartışmaya açmazlar. Hepsi, kendi bakışlarını kutsallaştırmaktadırlar, sandıkları kadar aralarında fark kalmaz, tavırlarında bir ortaklık vardır, o da kendi duruşlarını kutsallaştırmadadır.

Düşünce, ez azından kendi düşüneninin kişisel, zamantipik, sosyal, tarihsel duruşunu, yerleşimini tartışmaya açabilir. Bu insanın tanrısallaştırılmasına izin vermemektir. Hem bilimseldir, hem eleştireldir, hem de örf ve adet dinine sapmamaktır.

Burada adetler zorunlu olarak kötüdür, örf gereksizdir demiyorum. Bu ayrı bir konudur. Adetler ve örf tecrübenin yetmediği, hatta tecrübenin olmadığı durumlarda bazı kalıplar, yol haritaları, eyleme kılavuzları sunar. Cahil aklımızı dinlememiz yerine adete uymamızın uygun olduğu çok durum var. Ancak adeti gelecek her durumları kapsayan herşeyi söylemişlik, yanılmazlık çerçevesine oturmamak, adeti kutasallaştırmamak, yerinde tutmak, insani olduklarını, kör yanlarının olduğunu bilmek de gerekir. Şimdilik tartışma dışı tutuyoruz.

Gelenek ölü müdür, canlı mıdır? Öylesi de böylesi de var mıdır?

Gelenek, gelmekte olandır, taşınmakta olandır, etkisi olandır. Canlı olan etkisidir, kendisi soyuttur, varlık değildir. Ölüsü yoktur, canı, canlısı, cansızı olmadığı gibi. Ancak eski gelenek anlamında bir ölü gelenekten bahsedilebilir.

Gelenek diyorsak, daha tartışmayı kapamaktaki tavrımız bile gelenek. Kapatma geleneği. Geleneksizliği savunanlar, geleneğe köleliğin peşindedir. Ya da ezberinin. Uyanıklar ikisini de esiridir. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?

Bilen, mütevazıdır. Bilme tevazu işidir. Bilen, sonsuzu yakalamadığını, anlama tanrısı olmadığını bilir. Faniliğinden kaçmaz. Ne kendini ne de anladığını, anlamaya çalıştığının yerine geçirir. Anlayan insan, tanrılık taslamaz. Mutlakla oynamaz. Şu mutlaktır der, diyebilir, ama yanılıyorsun diyen birisi çıkabilir her daim. Yanılıyorsun diyen yanılsa dahi, anlayan anladığını izah etmek, savunmak, anlatmak yükümlülüğündedir. İstisnalar varmıdır bunda? Evet. Tartışmanın mümkün olmadığı, zorun, şiddetin, ideolojinin, hilenin araya girdiği durumlarda. Susma hakkı insanîdir ve insanındır.

Önyargısız olmak varken neden bu kadar zahmet?

Çok haklısınız da, önyargısız olmamamak için onca zahmet neden? Önyargılı olmamak için düşüncesini, duruşunu aslanların önüne atmamak neden? Zahmetsiz bir yol olduğunda o seçilmeli. Zahmetsizlik anlamayı, açıklamaya, istatistiğe, korrelasyonlara, ilişkiselliklere teslim edecekse, evet, bin bir zahmetten geçeceğiz. Emekleyeceğiz, didineceğiz, çırpınacağız, ter dökeceğiz. Kendimizi bilimin ruhban sınıfı, dokunulmazlar olarak ilan edeceğimize, cehaletimizi, ya da güzel ilgimizi sunacağız, teşhir edeceğiz, yardım isteyeceğiz, hiç olmazsa ilerde düzeltilmeyi, bir itiraz alabilmeyi hedefleyeceğiz. Bir ezberimizi, bir keyfi tavrımızı, bir cahil halimizi hakim kılmayacağız.

Emek vermek varken neden kolaya kaçmalı, Efendim?

Bu kadar zahmetten, emekten sonra anlaşılabiliyor musunuz Efendim?

Anlaşılmak, ne müthiş bir bahtiyarlık. Bunla hiç karşılaşmadık. Anladıklarımız sağ değiller. Bizi anlayanlar varsa bunu bize iletmemedeler. Yani anlayanlarımız bizi sağken anlamış olmayacaklar, sanırım. Bu yazıda hakaret edecek bir şey bulanlar hemen üzerine atlayacaktır. Ama tamamlanacak bir şey gördüklerinde susacaklardır. Bu bir anlamı. Diğer anlamına gelince, en azından bir birimizin ne dediğini, gerekçelerini anlıyoruz. Çarpıtmıyoruz. Nasıl temellendirildiğini görüyoruz. Birbirimize katılmıyorum ama, şunu düşündüğünüzü düşünüyorum diyoruz. Bunu diyene de, evet efendim, doğru diyoruz. Sonra, birbirimizin derdini anlamış insanlar olarak farklı düşünüyoruz. Hattâ, katılmadığımız bir görüş çarpıtıldığında, hayır o şunu kastediyor, yanlışınız var diyoruz.

Anlama ahlâk işidir. Saygı işidir. Hakkaniyet işidir. Kendi bakışını yüceleştirmeme işidir. Kutsal kitap yorumluyoruz, kendi ufkumuza onu esir edemeyiz. Biz ona tabi olacağız. Yani hem söylenene açık olacağız, hem de kendi yanlış anlamamızı ele aldığımız metnin yanlışı olarak göstermeyeceğiz. Bu ele aldığımız anlamaya çalıştığımız herşey için geçerlidir. Eleştiri kendimizde başlar, kendimizde biter. Metin eleştirisi bu ikisinin arasında bir anlama çabasıdır.

Eleştiriden uzak duracağız demek istemiş olmadınız mı burada?

Hayır. Eleştirdik diyelim. Anlamın apriorisinin eleştirisi olamaz ki bu. Okuduğumuzdan anlaşılanın eleştirisi olur. Mesenviyi eleştirdik diyelim, bir okumanın eleştirisidir. Üstelik çoğu kez kendi bakışımızın. Bir okuma tarzını, genel kanaati ele aldığımızda bile tm zamanlar için meseleyi çözemiyoruz. Hakikatte çözmüş olsak dahi, prensipte bu böyle. Yani, insan olarak anlıyoruz, bir şeyi tüm yönleriyle, tüm açılarıyla, hakikatiyle anlamıyoruz. Eleştirideki sertlik, ölçüsüzlük metini eşyalaştırırken kendi bakışımızı da putlaştırır, eğer yanılmazlıktan konuşursak, ukalalığa doğru yol alırsak.

Eleştirinin tonu asla ukalaca olmaz. Kabalaşmaz. Tefrikaya, iftiraya kaçmaz. Söyler önyargısını, bunu açar, açımlar, ya önyargı olmaktan çıkarır, ya da fikir değitirir. Temkin, anlamanın ahlakındadır.

Yani değişemeyecek, kendini düzeltemeyecek olanın eleştiriyle işi yoktur.

İnternet yorumculuğuna ne diyorsunuz?

Yorum cemaatleri iyi bir başlangıç önyargıları güçlendirmek için. Temellendirmek için. Bunda da bir hayır var. Yanlış anlamaların kökenlerini görebiliyorsunuz. eleştiriye açık olmadan yorumculuk eleştiri olmaz. Eleştiri zaten ilk elde kendi ufkunu hedefler.

Habermas Gadamer tartışmasını da işaret ettiniz burada sanırım?

Yan ürünleri itibariyle. Habermas'ın "başkalarının da bizden öğreneceği var" vurgusundan çok Gadamerin "baskasının bize bir söyleyeceği, öğreteceği var" demesi daha canalıcıdır, daha merkezidir, daha anlama merkezlidir. Habermas burada maalesef batımerkezcidir. Gadamer anlama merkezlidir. buradaki başkası ille de doğulu öteki değildir. Kutsal kitap da elimizdeki başkasıdır. Bu başkası öncelik verilen başkasıdır. ihtimamla yaklaştığmız başkası. yani Aşk mevzuunda söz konusu olan başkası.

Uzatmayalım. Gadamer bir ufuk genişlemesinin peşinde. Habermas farkına varmadan uygarlaşma aydınlatma peşinde. Ama elindeki başkası çoğu kez kendisi, kendi metni, kendi kanonu.

Hiç bir sözümüz, eylediğimiz eleştiriden kaçamaz. Anlama anlatma işi değildir,ilk elde. Ama anlatamadığımızı anlamamamız da oldukça sorunludur. Retorik konusundaki vurgusu Gadamerin, Habermasın anlatmaya verdiği önceliği doğru yerine çeker. Retoriği de laf yuvarlama imkanları olmaktan kurtarır, emancipe eder.

Teşekkür ederiz Hüseyin Salim Saraçer, yeni sorularla karşınızda olacağız.

Devam edeceğimizi umuyorum. Yıllardır basit kaçmaması için yazmadıklarımı daha populer bir dille bana söyletmeyi başardınız. Ben size teşekkür ederim. Umarım bir anlama çabasına vesile olur, bir haksızlığı gidermeye yardımcı olur, kendini putlaştırmaya yerine kendini eleştiriyi seçmeye davet olur. Ancak, cevaplarımın teknik cevaplar olmadığını, yani teknik dil kullanmadığımı düşünerek, bir ön bakış edinilmesi için söylendiğini unutmadan, kimselere fikri tahakküm kurmak için kullanmadan değerlendirilmesini, belli bir mesafeyle okunmasını temenni ve arzu ederim, Efendim.