23 Ekim 2009 Cuma

"Tartışmaya Önyargıları Bırakıp da mı Gelmek Lâzım?"

Bu da bir önyargı değil mi size dayatılan?

Siz boş bir kağıt mısınız da başkalarının karaladıkları ile dolacaksınız?

Dinleyeceksiniz elbette. Ama itiraz edecekseniz, bir itirazınz olacaksa yalnız yeni işittiğinizi değil, önyargınızı da tartışmaya açmış oluyorsunuz.

Önyargısızım: "Evet, denilen mümkün!". Bitti. Bu ise istenilen, "mantıksal olarak mümkün olanın" kabullenilmesinden ibaretse tartışılandaki hakikat içeriği, hakikat iddiası gözden kaçırılacaksa bu önyargısızlığın tartışma ile, hakikat derdi ile ne alâkası var?

Önyargısız yani bazı kabuller, fikirler, düşünceler olmadan nasıl dinleyebilir, anlayabilir, kendimizi değiştirebiliriz?

Önyargısızsak değişmeye ihtiyacı olanlardan değilizdir. Niçin tartışacağız?

Tartışma, fikir alışverişi katılım ister. İtiraz etmek için gitmeyiz bir yere. İtiraz söylenilenin bize yanlış eksiz gelmesi, alışık olduğumuzla çelişmesi halinde ortaya çıkar. Bazan sadece alışverişin bir parçası olarak, açıklığa kavuşturmalara yardımcı olmak için, temellendirmeleri işitmek için. Burada başka olası bakışları da sunabilecek, tahayyül edebilecek durumdayızdır.

Değişme ihtiyacı tartışma tekniğinden, usulünden gelen itirazla olmaz. Kalpten gelen, yürekten kopan, kişiliğimizin bütünlüğünü oyuna sokan "tahrişlerle", incinmelerle, sarsıntılarla gelir. Kulak kabartır, karşı bakışa açılmaya çalışırız, reddederken bile. Bir soruya, iddiaya, yanlışlık eksiklik iddiasına karşı duruşumuzun temellerini sağlamlaştırarak, derinleştirerek, incelterek.

Dil, kültür, terbiye, kişilik yapıları, toplumsallaşma kurumlaşmaları aştım demekle aşılacak şeyler değidir. İnaçsız, fikirsiz, omurgasız olmak durumunda değiliz. Sadece, itiraza açık olmamız, yanlış anlamayı, yanlış yapmayı mümkün görebilmemiz yeterli. İtiraz, alışageldiğimizi hemen unufak etmeyi getirmez, bunu yaptığımızda, boş bakışlarla karşılıyor oluruz sözü. Alışageldiğimizin başka türlü olabileceği, başkalarının alışageldiğinde bir keramet olabileceğine açıklıktır önemli olan.

Başkasının yanılabileceğini düşünmemiz doğal, ancak burada, tartışma, konuşma, anlaşmada yanılabileceğimizi düşünmemiz, karşı tarafın söylediğinde bir hakikat olduğunu düşünmemiz dinleme, anlama ve anlaşmada önceliklidir.

Karşı tarafın yanlış olabileceğini unutmak değil, doğru söyleyebileceğini düşünmektir esas olan, anlama ve öğrenme üzerine konuştuğumuzda.

Karşı taraf söylediğini kastediyor, kastettiğini söylüyor önkabulü/düşüncesi (Habermasın Metodolojik Ütopyasını üzerinde kurduğu) bile Gadameri ciddi okuduğumuzda bir önyargı çeşiti olarak değerlendirilebilir:

Anlaşmayı üzerine kurduğumuz, konuşanın iddiasında bir hakikat iddiasının gerçekten olmasının da ötesinde bir kabuldür, konuşmayı devam ettiren, alışveriş sürecini açık tutan. Önermesindeki hakikat iddiasının gerisindeki temelleri, gerekçeleri sunmasına neden olacak birşey. Söylediğinin arkasında durması. Onu izah etmesi, tartışması, sahiplenmesi.

Her insan söylediğini kastetmez. Ama konuşabilmek için, konuşmayı açık tutabilmek için bunu düşünürüz. Aynı zamanda bu bir ahlaki önermedir, dilektir. Ama karşımızdakinin böyle düşündüğünü faktum olarak kabul ettiğimizde (bilinçli olarak ya da olmayarak) bir önyargı, önkabul olarak karşımıza çıkar, hatta, bazan, gerekçeleme yollarından bağımsız olabilecek bir biçimde.

Şaka, mizah bu konuyu daha anlaşılabilir kılacak itirazları getirebilir, ancak, konumuz bu değil, ileride geri dönmeye çalışalım.

Bir söyleyeceği olan'ın, bizden bir dinleyeceği olarak görmemiz anlamayı çığırından çıkaracak olandır, önyargısızlığımız değil. Anlama anlaşmadır, evet, karşı tarafın anlama sorunu olduğunu düşünmemek gerekir. Ancak, kendi anlama(la)rımızın öznesi biziz. Anlamadan bahsettiğmizde, kendi anlamamızın şartlarından konuşuyoruz, anlaşmadan konuşurken bile. Karşı tarafa anlama kılavuzu, metodu sunmuyoruz. Anlarken insanların ne yaptığını düşünüyoruz. Anlama bir öğrenme, dinleme işi. Bu işi gerçekten yapanların ne yaptığına bakıyoruz. Anlama, anlaşma gerçekleştiğinde neyin söz konusu olduğunu kavramaya çalışıyoruz.

Peki tartışmada eşitlik gereksiz mi oluyor? Hayır. Anlama bir ahlak işi. Anlamanın ahlakı, dinlemenin, saygının, karşı tarafın söyeyeceği bir şey olacağını kabulün işi. Karşı tarafın bizi dinleyeceği öncelikli değil. Dinlemese zaten konuşma olmaz. Ama dinlemesinin söylemesini öncelediği iddası ona bir dayatmamızın olmasının da işareti.

Evet karşı tarafın da bizden bir öğreneceği var, ama bu yorum bilgisinin sorunu, parolası değil. Bir üçüncü şahıstan bakma meselesi bu biraz da (yanlış olarak nesneleştirme adı verilen şey de bazan bu).

Önyargısız diskura katılamayız. Dilimiz, fikrimiz, kültürümüz, terbiyemiz yoktur, o halde. Önyargıları eleştirdik diyelim, emancipe olduk, kurtulduk, hem tümünden, hem de en azından bir süreliğine. O halde tarihin sonundayız, kıyamet sonrasından konuşuyoruz, daha varmadığımız zamanlardan,, hatta zamanların sonundan, toplamından.

"Önyargısız gel!" diyen, "kendin olarak gelme!" diyordur, genellikle. Bir başka anlamda daha kullanılabilir "önyargısız gel!": Açık yürekle gel, tartışmada önkabullerimizi sorgulama imkanına, ezberimizi bozmaya kapalı olarak gelme. Bunun önyargı ile bir alakası yok. Tartışmaya, başkalarının söylediklerine kapalı isem, fikrimde hep inat ediyorsam, daha başka türlü olabileceğini dinlemeye açık değilsem, bana bir söyleyeceği olan bunu pekala vurgulayabilir.

Bunu ben de vurgulayabilirim, beni dinlemeyene. Bu da bir anlama meselesidir, diskuru açık tutma işidir. Konuşmayı sürdürme işidir. Ve sanırım konuşmanın kendisini tematize edicidir. Konuşma üzerine konuşmadır.

Binanaleyh, karşımdakinin beni dinlemesi, anlaması, anlaşma halinde oluşumuz karşı tarafa anlama dersi vermemin önceliğiyle değildir, benim ona söyleyeceğim olduğunu düşünmesi, söylediğimi eksik bile söylesem bir sözüm olduğunu düşünmesi kabul etmesindendir.

Bir konuşma varsa, karşılıklı dinleyenler vardır zaten. İki tarafın da önceliği karşı tarafın dediğine kulak vermek, söylediğinden bir öğreneceği olduğunu, bir hakikat iddiası ile, bir hakikat sergilenmesi ile karşı karşıya olduğunu bir biçimde düşünmesidir. Ancak, her konuştuğumuz, alışverişte bulunduğumuz yaşayan özne(ler) değildir. Kitaplar, metinler, sanat eserleri, fragmentler, gelenekler, fikirler vb ile karşı karşıyayız. Hem üzerlerine konuşuyoruz, hem de doğrudan kendileriyle alışverişte bulunuyoruz. Fiziki konuşma, bir metin ya da metin analog ile karşı karşıya gelmenin sanal olmayan hali olmuyor.

Fiziki konuşmada sokratik diyaloğu devreye sokabiliyoruz. İki konuşmacı konuşmada eşit taraflar halinde olarak düşünülebilir. Oysa konuşmanın özellikleri, biçimleri zengin değişiklikler gösterebiliyorlar. İnsan olarak eşitlik, rol eşitliği sağlamayabiliyor, bu ayrıca gerekmeyebiliyor. İleride sorunlaştıralım:)

(Burada ara verelim. Bazı çelişkili görünen önermelerim, konuyu yeni sorun, alan ve yeni çelişkilere doğru çekmeden. Düzeltilmedi. Online yazıldı.)